Dünya var olmanın makamı değil kâri. Varlığın yeri değil esasında. Yokluğun, yok olmanın, varmış gibi yapmanın mekânı. (Bu kadar kesin ve keskin cümleler kurmak istemiyorum aslında. Tekrar okuyunca fark ediyorum. Sen hepsini bir ihtimal cümlesi farz eyle.) Desem ki “Gördüklerimiz ancak suret ve biz dahi suretler âleminde cevelan ediyoruz” yahut da “Gölgelerdir bu gördüklerimiz” desem “ve sonra aramızdan gölgeleri değil de asl’ı görenler oluyor ve biz deli diyoruz onlara.” Biliyorum bu söylediklerimi hatırlıyorsun sen. Eflatun’un mağarasında gezindirecek onun felsefesini anlatacak değilim sana. Ben var ile yok arasında bir buhrana düşürmek diliyorum zihnini. Zira “düşünce buhranların çocuğu” diyor âmâ gözlerinin yerine harflerini göz eden kâtip. Hem aslında makam değil bir mekân olmalı dünya. Makam başka mekân başka, bilirsin. Ben bilmediklerini öğretmek için yazmıyorum zaten sana, haddimi aşmıyorum. Yalnızca bildiklerini tekraren hatırına getirmeye gayret ediyorum.

Var ile yok arasındayız kâri. Lakin daha ziyade yok’a yakınız biz. Var zannettiklerimiz de yoktur. Esasında yok olmanın ve yokluğun ne demek olduğunu biliriz. Belki de ol sebepledir sınırsıza ve sonsuza meftunluğumuz. Doğmak gafletini ihtiyar edememiş olduğumuz hatırımıza gelmeden ölmemeyi ihtiyar etmeye azmederiz. Lakin yetmez gücümüz. Var dediğimiz en büyük şey ömrümüzdür belki de lakin o da nihayetinde bir mezar taşının üzerinde (ki o da varsa) iki rakam arasında bir çizgiye hapsedilir. Ne tuhaf değil mi? Koskoca ömür dersin bir kara çizgiye gömerler hepsini. Yaşadığın ne varsa doğum ve ölüm tarihin arasında bir çizgidir artık. Yalnızca o kadar. O vakit varlık nedir ki kâri? Var olmak nedir? Yok olmak nedir?

“Hayat uzun bir yol” diyor ya yine âmâ âşık ve hatta “ince” diye de ekliyor. Ben öyle vehmediyorum ki ismine ömür dediğimiz bu yolda ne kadar çok yürüdüğümüz değil nerede yürüdüğümüzdür asıl önemli olan. Hem belki kiminle yürüdüğümüzdür. Var dediğimiz her ne varsa onlara bizimle şahitlik edenlerdir belki de asıl yanımızda olması gerekenler ve belki de benim bu yazdıklarım sen bana şahitlik et diyedir. Bilmiyorum kâri. Bilmiyorum. Bu gün “var” dediğim ne varsa ve hatta “bugün” dahi yarın yok olacak biliyorum. Ve biliyorum yokluğu olmayan dünyanın acı vereceğini. Hiç bitmeyen derdinde ve hiç bitmeyen sevincin de can yakacağını biliyorum. O sebeple hayret ediyorum hüzün yokmuş gibi davranıp ve hep sevinç var gibi gülenlere.

Zihnim esasında ölümü sorgulatıyor bana. Ölenler yok olmamıştır itikadımca, iman ediyorum lakin o vakit diriler yokluktadır diyesi geliyor dilimin. Lisanım söylese dahi aklım el vermiyor. Anlamıyorum ve anlamsızlaşıyor varlık. Yalnızca “O” vardır diyor sinemin bilmem hangi kenarına yerleşmiş bir tasavvuf ehli. “Deme, zira ben daha olmadım. Anlayamıyorum” diyorum. Susmuyor, hiç susmuyor. Ve bir başkası konuşuyor bir başka köşeden “Bir tek O var” diyor ve bir başkası… Hepsi aynı kelamı terennüm ediyor. Ben susuyorum.

Yok diye hüzünlenme kâri. Yok olana hüzünlenme. Zira var da yok, yok da yok. Bazı şeyler varken değil yokken güzeldir hem.

“Yok” da güzeldir.