Kur’ân ayındayız. Kur’ân’ın doğum gününü kutluyoruz oruçla.
Yazıya bu bildik ve beylik iki cümleyle başlayınca, yan sütunda içli bir yazının özeti ilişti gözüme. Mûsâ’nın[as] “gözüme bir ateş ilişti” deyişindeki sevinçten pay aldım sanki. “Ânestu nârâ…” diye inledi kalbim. Kemal Sayar’ın Akif Emre’nin ardından yazdığı yazının bir cümlesi gelip düğümlendi boğazıma: “Ezberlenmiş sözlerden uzağa, verilmiş bir söze gitti.”
Anlıyorum ki Akif Emre’nin nefesinin yetişemediği bu Ramazan, belki farkındayız belki değiliz, Akif Emre’nin yoluna yoldaş ediyor her birimizi. Ezberlenmiş sözlerden uzağa, verilmiş bir Söz’e gidiyoruz. Sloganlaşmış sözleri susturuyor, kalbimizin saklı sancılarını duyuyoruz. Sığ iddiaların, kof lafların, kirli polemiklerin taşrasına çıkıyor, asil bir sükûnetin ipine diziliyoruz. İncileşiyoruz, inceliyoruz. Söze yar olmak üzere, Yâr’e verilmiş bir Söz diye noktalamak üzere emanet ömrü.
Vahyin sesine can kulağı olacak bir şeffaflık kazandırıyor oruç. Kalbi gerçeğe sağırlaştıran tortuları döküyor. İnceltiyor ruhları; meleksi bir eda ile yöneltiyor can kulağını göklü Söz’e. Kalbe yar olmayan sözleşmeleri bozuyor, kalbimizin ötelere dokunan çırpınışlarını söz diye duyuruyor. Meyvesiz ittifakları bozuyor, niyetimize sarıla sarıla, Allah’a verdiğimiz sözü önceleye önceleye, dünyanın üzerinde, eşyanın verasında bir ittifaka dâhil ediyor bizi. Sırdaş ediyor Allah’la. Reddettiğimiz her şeyle, uzak durduğumuz her lezzetle Allah’la ‘beraber’ oluşumuzu idrak ettiriyor.
Dünya telaşlarını dindiriyor oruç; dünya ötesinin eşiğine alıyor yorgun ruhlarımızı. İçimizde saklı sesleri duyuyor, duyuruyor. Ümitsizliğin beşiğinde avuttuğumuz hasretleri uyandırıyor. Hasret çekmenin güzelliğini tattırıyor. Ayıplanma korkusuyla uyuttuğumuz itiraflara ses veriyor. Tıpkı Mûsa[as] gibi, “Rabbin katından indireceğin her hayrın muhtacıyım” dedirten tatlı yalnızlığa çekiliyoruz. Sevindirileceğimizi bile bile. Dua ediyor değiliz artık dua oluyoruz. Tepeden tırnağa dua. Hâl dilince yakarış…
Sessiz bir odanın serinliğine çekiyor kalbimizi oruç. Trump’un silahları, Suud’un hesapları, küresel füzelerin başlıkları, reel-politik’in tezgâhları, reyting düşkünü sözde din programlarının dedikoduları, iddiacı ‘hoca’ların arabesk naraları nüfuz edemiyor Rabbimizle kurduğumuz sessiz ittifaka. “Beni bana bırak!” duruluğuyla direniyoruz dünyanın homurdanmalarına. Hira’ya yürüyoruz En Sevgili ile. “Böyle gelmiş, böyle gidemez!” itirazını omuzlanıyoruz.
Ölmeden önce ölüyoruz oruca tutununca. Kendimizi kendi ellerimizle kefenliyoruz. Kimsenin bir daha öldüremeyeceği bir zafer kazanıyoruz. Hatırladıklarımızı unutuyor, unuttuklarımızı hatırlıyoruz. Öncelediklerimizi sona bırakıyor, sonraya aldıklarımızı önceliyoruz. Aynı hasretin avuçlarında kanıyoruz. Hem-dem oluyoruz, hem-hal oluyoruz, hem-gâm oluyoruz, hem-ferah oluyoruz.
Seherlerde sözsüz bir şiirin son mısrası olmak üzere yan yana geliyoruz, kafiyeli heceler gibi tutunuyoruz birbirimize. Ruhlarımızın arasında gizli köprüler açılıyor, kabuğumuz kırılıyor, merhamet gözenekleri açılıyor içimizden dışarıya doğru. Güzel bir bestenin bir anlık tınısı olmak üzere, bam teli diye gerildikçe geriliyoruz.
Ezberlenmiş sözlerden uzağa, verilmiş bir Söz’e gidiyoruz. Âkif’lerin gittiğince…