Bir yerde yabancı olmak kötü, garip bir his. Hani nereye koysan orada olamayan, tam olarak duramayan, yakışmayan eşyalar var ya; işte onun gibi bir şey, bir yerde yabancı olmak. Oradasın ama oralı değilsin. Yakışmıyor, güzel duramıyor ve saklanamıyorsun.
Gurbet denen kavramı sadece kelime olarak değil de yaşayarak ve canı acıyarak öğrenenler aslında ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklar. Onlar, bunları yaşamışlardır çünkü. Nereye giderlerse orada sahte, yapma çiçekler gibi kaldıklarını, yolda yürüyüp de bir yerlere gittiklerinde hep yabancı bir yere vardıklarını, hangi eve giderlerse gitsinler misafir sayıldıklarını çok iyi biliyordur onlar.
Bir de kendi olana, kendinin olana yabancı olmak var ve bence bu diğerinden daha ağır ve daha acılı bir mesele. Artık hep olduğun yerde olamadığını, kendine bir yer bulamadığını, bulduğun yerde olmanın rahatsızlık verdiğini falan anlarsın ya, işte o; tam o.
Neyse, bu bir bahs-i diğer. Ama mutlaka bir gün bunu da yazayım.
…
Benim meselem, yabancı olmak değil de yabancılaşmak. İki kavram birbirinden çok farklı. Birincisinin bir manası, bir gereği ve hepsinden öte ve önemlisi kendisi var. Yabancılaşmak öyle değil. Bir gereği yok, zorlama var. Bir manası değil, bir tanımlaması var ve önemlisi de kendi değil, başkası var.
Bizim durumuz biraz böyle gibi. Kendi memleketimizde, kendi geleneklerimiz ve kendi değerlerimizle kendimiz olmuş ve kendimize has bir medeniyet kurmuşken önce kendi geleneklerimizi, kendi değerlerimizi, sonra kendimizi ve korkarım ki en sonunda da memleketimizi terk edecek bir hâle evrildik. Kendine benzemeyen, kendi gibi olamayan ve kendi olarak kalamayan insanlar olduk.
Bunun adı sadece ‘Batılılaşma’ sadece ‘modernleşme’ ya da ne bileyim işte başka bir kavram değil. Bunlar başımıza gelen şeyin (‘şey’ kelimesini bilerek kullanıyorum) putları. Asıl olansa yabancılaşmak. Yani bizden başka herhangi bir yerde olan ve o yerden gelen ne varsa; hepsini neredeyse kutsal sayıp kendi kutsallarını yok sayma hâli bu. Yaşadığımız ve bize olan tam manasıyla bu. Ayaklarımızın altında ezilen değerlerimiz var; dürüstlük, iyilik, hak, merhamet gibi… Ve tepemize çıkardığımız başka ve saçma kavramlar var.
E peki, bu işin sonunda ve sonucunda ne oldu? Yani Ziya Paşa’nın dediği gibi, “Eyvâh bu bâziçede bizler yine yandık/Zira ki ziyân ortada bilmem ne kazandık?”
Gerçekten bundan ne kazandık biz? Ya da başka bir şekilde soralım soruyu, neyi kaybettik?
Sonuçta ne onlar gibi olabildik ne de kendimiz olarak kalabildik. Elimizde ne olduğunu tam bilemediğimiz bir ‘kendi’miz var şimdi.
Hayırlı olsun.