İnsanın bazen bazı şeyleri görmek için biraz uzaklaşması gerekiyor galiba. Şöyle bir geriye çekilip, sessizce oturup bakınca daha önce gördüklerinin pek çoğunun aslında gördüğünden farklı olduğunu anlıyorsun. Şairler yalan söylemiyor yani; denizin içinde olup da suyu fark etmeyen balıklar gibiyiz. İçindeyiz ama görmüyor, bilmiyor ve fark etmiyoruz.
Ben de birkaç zamandır buna; anlayamamaya bir çözüm arıyorum. Bulamadım elbette. Ama bir süredir uzaktan bakmayı deniyorum. Şöyle birkaç adım geriye gidip de yakından baktıklarıma biraz uzaktan bakıp; göremediğimin ne olduğunu ya da gördüklerimde neyin yanlış ve eksik olduğunu fark etmeye çalışıyorum. Aslında eksik, kusur, hata da aramıyorum ama insan işte; kendisi eksik ve kendisi kusurlu olduğundan belki de en çok hatayı ve kusuru görüyor.
…
Bir köy mezarlığında uzunca bir zaman dolaştım dün. Mezar taşlarında yazan isimlere baktım; doğum ve ölüm tarihlerinden yaşları hesapladım. Bu dünyada benden daha az yaşamış ve daha genç ölmüş ne çok insanın mezarını gördüm. Bir çeşme yapmışlar mezarlığa, yanına da bir oturak yapmışlar. Oturdum oraya. Dua ettim hepsi için. Birkaç saat ya da belki daha uzun, sadece baktım. Her biri bu topraklarda yaşamış, dünyanın derdini çekmiş, yarın ne olacak diye planlar yapmış, çalışmış, yorulmuş, ağlamış ve gülmüş. Sonra? Sonra ölmüş işte. İki tarih yazmışlar mezar taşlarının üzerine. Biri doğum bir ölüm yılları. Arasında kısa bir çizgi. Ömür işte o. Mezar taşındaki iki tarih arasına çekilen o kısa çizgi.
Bir cümle geldi hatırıma orada otururken. Nereden duyduğumu ya da nerede okuduğumu hatırlamıyorum. Şöyleydi; bugün dünyada yaşayan hiç kimse 100 yıl sonra bu dünyada olmayacak. Ne doğru cümle. Gerçekten de olmayacak. Her şey geride kalacak. Sonra benim gibi biri çıkıp da gelecek ve oturacak çeşmenin başına; bugün yaşayan ama o gün sadece mezar taşında birer isim olarak kalmış olan bizlerin mezarlarına bakacak. Bizden de geriye bu kalacak.
…
Sonra küçük bir çocuk girdi mezarlığın demir kapısından içeri. Yedi-sekiz yaşlarında bir kız çocuğu. Saçlarını güzelce taramış, iki yandan bağlamış, üzerine pembe elbiseler giymiş. Ne işi var ki bu çocuğun burada diye düşündüm önce. Ardından gençten bir adam girdi mezarlığa, babasıymış. Başıyla selam verdi bana. Yüzünde hüzün vardı adamın, gözlerinde dert. Çok belliydi. Mezarlığa gelen yanında ne getirirdi ki zaten? Çokça hüzün, çokça dua ve çokça hasret. Başka bir şey getirilmezdi bu misafirlikte.
Arkalarından baktım sadece. Kız seke seke gidiyor, adam ardı sıra yürüyor. Bir rüzgâr esti sonra. Mezar taşlarına değdi, toprak kokusunu getirdi. Mezarların üzerine dikilen güllerin kuruyan yaprakları düştü yere. Benim gözüm baba ile kızındaydı. Sonra bir ses duydum. Tek bir cümle ve kesildi rüzgâr ama toprak kokusu eksilmedi genzimden.
“Bak kızım” dedi baba, bir mezar taşını göstererek “İşte annen orada…”