Geçen hafta ajanslar ilginç bir haber servis etti.

Ancak bu önemli konu yoğun gündem içerisinde kayboldu, unutulup gitti.

Neydi o konu?

Dünya nüfusunun hızla artış gösterdiği, buna karşı gıda kaynaklarının aynı hızla tükendiği vurgulanıyordu.

Bu tükenişe karşılık da yakın gelecekte yapay gıdaların gündeme gelmesinin kaçınılmaz olduğu hatırlatılıyordu.

Haberin öznesinde, ‘açlıkla mücadele için yapay gıdaların tüketilmesi kaçınılmaz’ algısı işleniyor.

Bu yaklaşım en basit ifadeyle küresel kölelik projesini masumlaştırmaktır.

Ölümü gösterip hastalığa razı etmektir.

Sözde gıda yetersizliği algısıyla yapay gıdalara meşruiyet kazandırılması hız kazandı.

Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Gıda Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Karaoğlu’nun kaynak olarak gösterildiği haberde, 1900'lü yıllardan sonra bitki çeşitliliğinin yüzde 75 azaldığı, böyle giderse 30 yıl içerisinde besin kaynaklarının tükeneceği ifade ediliyor.

İnsanlığın gelecekteki beslenme düzeni hakkında ilginç açıklamalar yapan Karaoğlu’na göre, durmaksızın artan nüfus nedeniyle gelecekte yapay etler, böcekler ve mantarlar sık tüketilen besin kaynakları olacak.

Dünya nüfusunun 2050'lerde 10 milyar civarında olacağı, gıda kaynaklarının artan nüfusa yetmeyeceği, modern bilim ve teknolojik yöntemlerle gıda üretim ve tüketim şeklini değiştirerek “daha sağlıklı” ve “daha sürdürülebilir” gıdalar üretmek gerektiğinden dem vuruluyor.

4D yazıcılar, genetik modifikasyon, nano teknoloji ve sentetik biyoloji kullanılarak üretilecek yapay besinlerin şişmanlık, tansiyon ve koroner rahatsızlıklar gibi sorunlara yol açmayacağı iddiasına yer veriliyor!

Bu sözde “iyilik” hareketi yeni değil!

Yapay et ile ilgili çalışmalar 1960’lı yıllardan beri devam ediyor.

Çevreci ve sürdürülebilir güzellemesiyle pazarlanan ve uzun zamandır üretimi yapılan yapay et ile ilgili en önemli sorun olarak; insan sağlığına ne katacağı veya neler kaybettireceği değil, üretim maliyetinin yüksekliği gösteriliyor.

Bu durum bile “uyanık girişimcilerin”, “yapay üreticilerin” gerçek niyetlerini anlatmaya yetiyor aslında.

Bunun diğer anlamı şudur:

Zaman içerisinde maliyeti düşürülecek olan yapay et, gelecekte diyet listemizin ilk sırasına yazdırılacak.

Yapay etin laboratuvar ortamında hayvansal kök hücrelerden üretildiği için normal ete kıyasla daha ekonomik ve vegan ürün olduğu iddiasıyla da “laboratuvar canavarlarına” masumiyet kapısı sonuna kadar aralanıyor

Yapay et ve türevleri dünyanın birçok ülkesinde bugün artık raflardaki yerini almış; “sağlıklı”, “çevreci” ve “sürdürülebilir” sloganlarıyla ikna edilen tüketicilerin midesiyle tanışmış bulunuyor.

Bu insani görünüşlü tuzakları pazarlamak yerine kendi kendine yeten Türk tarımının kısa zaman diliminde nereden nereye geldiğine dikkat çekmek, daha büyük bir hizmet olur diye düşünüyorum.

Tarım ve Orman Bakanlığı verilerine göre Türkiye'nin 81 ilinde 1,5 milyon hektarlık tarım arazisinin atıl durumda olduğunu ve ekilip biçilemediğini anlatsak daha faydalı bir iş yapmış oluruz.

Atıl tarım arazilerinin yeniden üretime kazandırılmasıyla tarımsal üretim çeşitliliğinin çoğalacağı, verimin artacağı, ekonomiye yıllık onlarca milyar lira katkı sağlayacağı, tüketicinin bol ve ucuz ürüne ulaşmasının önü açılacağı yüksek sesle anlatılmalı.

Ya da tarım endüstrisinin ilaç diye topraklarımızı hangi kimyasallarla zehirlediğini, “salla başı, al maaşı” özendirmeleriyle topraklarımızın nasıl kaderine terkedildiğini, tek tip üretim tuzağının topraklarımızı ne hâle getirdiğini, hayvan varlığımızın 50 yılda nereden nereye geldiğini anlatsak…

Süt ve süt ürünleri üretiminde geleneksel yöntemleri terk ederek neler kaybettiğimizi, tekellerin pastörize pazarında kimlerin insafına kaldığımızı hatırlasak!

Sistematik tarımsızlaştırma politikaları, insanların şehir hayatına yönlendirilmesi, “yapay gıdaların” daha kolay pazarlanabilmesi için uygulandı.

Bugünkü şartlarda Türkiye'de kişi başına tüketilen kırmızı et miktarının yıllık altı-yedi kilogram seviyelerine inmesinin "sera gazı" yalanıyla ilgisinin olmadığını, beyaz et üretim ve tüketim miktarındaki dengesizliğin acil izaha muhtaç oluğunu, balık eti tüketim miktarının diğer birçok kalemde olduğu gibi OECD ortalamasının çok altında seyrettiğini haykırmamız gerekiyor.

Demem o ki, kendi topraklarımızı tekrar işler hâle getirerek üretim miktarını artırmamız gerekiyor. Artan üretimle değil Türkiye’yi, dünyayı besleyebileceğimiz gerçeğini unutmamalıyız.

Yandık, bittik, kül olduk edebiyatıyla küresel çetelerin değirmenine su taşımaya son vermemiz gerekiyor.

Bu milletin uzmanlardan, akademisyenlerden beklentisi; gıda ve tarım tekellerinin tohum, tarım, üretim ve pazardaki kontrolü nasıl ele geçirdiği gerçeğini anlatmalarıdır.

Son söz:

Dünyada açlık tehlikesi yoktur, açgözlülük tehlikesi vardır!