Oldum olası eski vakitleri okumayı, dinlemeyi sevdim kâri. Hatta ne vakit bir hikâye hayal edecek olsam çok eski zamanlarda geçiverdi. Kendimi istemeden de mazide, bir Anadolu diyarında ya da bir Orta Asya bozkırında taşlardan örülmüş, küçük küçük hücreleri olan ve kısa kapılı bir dergâhın içinde buldum. Sonra ne bileyim bir muhabbet arayacak olsam o dergâhlardan birinin avlusunun içinde ya d bazen sessiz, tenha bir dağ başında, asırlık bir çınarın ayak ucunda halka olmuş dervişlerle muhabbet ederken buldum. Beni onlara çekenin ne olduğunu tam bilemesem de yine de böylesi bir hayalin içime huzur verdiğini hep biliyorum.

Hani şöyle hayal ediyorum. Bazen insan gitmek, uzaklaşmak ister ya. İşte ben öyle zamanlarda yaşı haddi çoktan aşmış ve üzerinde cübbesi, omzunda heybesi, elinde asası ile yollara düşmüş bir dervişin yanında diyar diyar gezmek istedim. Yorulduğumuz vakit heybemizden çıkardığımız azığı sırtımızı yasladığımız ağaca şükrederek yediğimiz bir hayalin içinde buldum kendimi. Ağır ağır akan bir dere kenarında akan suyu seyrederken sorular sordum, cevaplar aldım ve sustum.

Belki de böyle insanları sadece o eski zamanlarda bulacağımı sandığımdan böylesi bir hayale dalıyor ve hep eskilerde uçuruyorum hayal kuşunu. “Şimdilerde bulunmaz öyleleri” demiyorum. Ama şimdikilere derviş değil de derviş-meşrep dediğimizden dahi anlıyorum bulmanın zor olduğunu.

Vaktiyle bir derviş, berbere gider.

– “Vur usturayı berber efendi”der.

Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak:

– “Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım “diye kükrer.

Dervişlik bu. Sövene dilsiz, vurana elsiz gerekmiş ya. Kaideyi bozmaz derviş. Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup, fakat korkmuştur. Ses çıkaramaz. Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa başlar. Lakin kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder: ‘Kabak aşağı, kabak yukarı.’

Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir. Kabadayı oracığa yığılır, kalır. Ölmüştür. Berber ise şaşkın, bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayriihtiyari sorar:

– “Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?

Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:

– “Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki bu kabağın bir de sahibi var. O gücenmiş olmalı!..”

Böyle işte. Pek çok derviş kıssası var elbette. Ama nereden gelir bu derviş kelimesi? Efendim “Derviş” Farsça bir kelime. Farslar daha çok “Darviş, Darveş” şeklinde kullanıyorlar. Anadolu’ya geldiğinde daha zarif söylenerek “Derviş” olmuş. Hatta buradan da Avrupa dillerine geçiş de yapmış. “Fakir, yoksul” diye manaları var lügatte. Ama bunun ötesinde tasavvufta “kendini Allah yoluna adayan, nefsinin ve dünyanın hilelerine boyun eğmeyen” kişilere derviş denmiş.

Derviş kimdir, dervişlik nedir anlatmak uzun mesele lakin “Derviş kim değildir?” sorusuna cevabı asırlar evvel Yunus Emre vermiş zaten.

Dervişlik dedikleri hırka ile tâc değil

Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtâc değil