Bir asrı geçkin dönemdir hem doğunun ortasında hem de çok güncel bir mesele olan Akdeniz’deki “doğal kaynaklara hücum” durumunu tarihsel bir hafızanın yardımıyla anlamaya çalışmak bize çok farklı bir bakış açısı kazandırabilir…

Elbette bu çok boyutlu konuyu kısa bir yazıyla açıklamak mümkün alamayacaktır…

O sebeple de tabiri caiz ise tarihin üzerinden bir uydu seyriyle geçmiş olacağız…

Bilinen tarih sürecinde Batı ile doğuyu emperyal zeminde buluşturan Atinalılar ve Perslerden buyana -kabuk değiştirse de- hiç değişmeyen bir uygar-barbar mücadelesinden bahsetmeden meseleye yaklaştığımızda, insanın ve onun kurduğu organizasyonların karakterinin sadece bugünle ilgili olduğunu düşünmeye başlarız…

Kimin uygar kimin barbar olduğu tanımı da tarih boyunca gücün el değiştirmesine göre hep izafi kalmıştır; tıpkı bugün; “Senin teröristin, benim teröristim” anlayışında olduğu gibi…

Güçlü devletlerin en büyük mücadelesi, zayıfların kendi imkânlarına erişememesi için bütün yolları tıkamaktır…

Tabir yerindeyse belirli bir mertebeye çıktıklarında, çıkmalarına yardım eden merdiveni devirirler ki başkaları onları takip edemesin…

Tarihte emperyal devletlerin istilasına ya da asimilasyonuna uğramış milletlere baktığınızda neredeyse hiç değişmeyen bir hakikat vardır: İstila sona erse bile oluşan tahribatın tamiri ve yeniden bir zihniyetin kurulması on yıllar hatta daha fazlasını da alabilir…

Çok garip bir şekilde istilacıların yaptığı tahribatı düzeltmek adına verilen mücadele de, emperyal gücü karşı değil de istilaya uğrayan bölgenin insanları arasındaki içi savaş olarak kendini gösterir…

Bir savaş kazanılsa da kaybedilse de her iki taraf için de çok büyük bedeller ödetir ve bu dedelin tazmini yılları alabilir…

Tarihteki büyük imparatorluklar da tıpkı bugün ki süper güçler gibi amacı bir sonuca ulaşmak olamayan, bir düzen kurma derdi taşımayan sadece “savaşmak için savaşan” ve yaşamlarını bu anlayışla devam ettiren barbar hatta vahşice barbar gurupları, kendi çıkarları adına kullanmaktan çekinmediler…

Fakat tarih yine bizi bir konuda da çok berrak bir izleme noktasına taşıyor; o da, çıkarlar için kullanılan bu barbarların, adlarına çalıştıkları büyük devletlerin başını büyük belalara sürükledikleri gerçeğidir…

Sömürmenin şehvetine kapılan emperyalistler, adeta bir baykuş sessizliği ile gelen kendi barbar ya da teröristlerinin tehlikesini asla hissedemediler…

Bugün de sırf Türkiye’ye karşı teröristleri ya da darbecileri besleyen Batı, bu tarihsel akıldan bihaber gibidir…

Bugün kendi içi meselelerini dahi dindirmekten aciz bir Fransa’nın Beyrut ya da Akdeniz’de bir “hegemonik” görüntü arz etmesi ancak karikatür dergilerinin konusu olabilir…

Tıpkı ABD gibi Fransa’nın da YPG/PYD ile yaptığı sözde ittifaklar, hiçbir sonuç arzulamayan, savaş bittiğinde yiyeceği ekmeği kalmayacak korkusuyla yaşayanları çıkarları için Türkiye’ye karşı kullanmaktan başkası değildir; tıpkı artık adı bile anılmayan DAEŞ gibi…

Maalesef post-emperyal çağda -her ne kadar kendine has bir giysiye bürünse de- emperyal çağın refleksleri geçerliliğini hâlâ korumaya devam ediyor…

Hem doğunun ortası, hem Afrika şimdi de Akdeniz’i ABD dışında -o da tartışılır- artık genişleme enerjisini kaybetmiş ama tarihsel ukdelerinin iç sızlayışlarıyla yeniden bir sömürge alnına dönüştürmeye çalışanlar -uzun bir aradan sonra da olsa- aklını kullanmaya başlayan ve yıldızı parlama evresine geçmiş bir Türkiye’yi asla hafife alamayacaklar…

Bu coğrafyada ya da Akdeniz özelinde bu defa Türkiye’ye rağmen elini kolunu sallayarak bir “hegemonya” kurmak, hayal düzeyinde bile çok kolay değildir…