Tarih bir milletin hafızasıdır kâri. Kim olduğunu, ne olduğunu, nereden geldiğini ve nasıl geldiğini o hafızanın dehlizlerinde bulur milletler. Tam da bu sebeple tarih ilmi, sadece yazılan, okunan veya anlatılan bir hikâye ya da efsane değil esasında bir kimlik ve şuurdur. Ne de güzel söylenmiştir; bugünü var eden dündür; dünü bilmeden bugünü okumaya çalışmak hem beyhude bir uğraş ve hem de sonuçsuz kalacak bir gayrettir yani. Tarihini kaybeden ya da bilmeyen milletler hafızasını yitirmiş insanlar gibidirler. Bu sebeple tarih üzerine yapılan çalışmalar bir şuuru kazandırmak, bir hakikati hatırlatmak ve hafızayı yeniden tazelemek olacaktır. Ve oluyor da…
Bizim gibi büyük milletler arkalarında öyle birkaç asırlık efsaneler değil koca bir maziyi bırakıp da bu günlere gelirler. Her geçtikleri yerde ve yaşadıkları her vakitte kendilerinden izler bırakır ve o izleri bir kültür mirası haline getirirler. İhtiyacı sanata dönüştürür ve sanatı miras diye sonrakilere emanet ederler. Ve bu büyük medeniyetler kurabilmiş, inancını hayatına nakşedebilmiş milletlerin işidir. Yani bizim gibilerin işi…
Osmanlı bir kayıt medeniyetidir. Bir taşın tarihini, bir ağacın tarihini yazan ecdat kendisine şiar diye bildiği ve düstur diye kabul ettiği “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” fehvasınca insanını yaşatmak için kurduğu şehirlerinin de tarihini yani hafızasını elbette kayda almış ve muhafaza etmiştir. Kurdukları köklü medeniyeti halen dahi birer nişan gibi sağlam ve kavi ayakta kalan kadim şehirleriyle vücuda getirmiş ve bugünün modern şehircilik kavramını anlamaya çalışanları dahi hayrete düşürecek bir mantıkla şehir müesseseleri kurup önce toprağı vatan yapmış sonra vatanı sanata çevirmişlerdir ve yaşanabilir alanları birer sanat eserine tahvil etmişlerdir. Avize gibi göğe minareler asmış, türlü çiçeklerle bezer gibi toprağa camiler ekmişlerdir. İnanç tam da böyle sanat olmuştur işte.
Ecdadın dünya görüşü ve hayat anlayışında şehirler yalnızca binalardan, yapılardan, köprülerden, hanelerden, taştan tuğladan ve topraktan ibaret değildir. Şehirlerin de bir ruhu vardır. İnsanlar nasıl ki bir asrı bulmayan ömürlerine tecrübeler sığdırırlarsa şehirler de asırlarca biriken bir tecrübenin tecessüm etmiş halidirler. Dertleri, çileleri, sırları, efsunları ve bir davaları vardır şehirlerin de. Ve şehirlerin de hafızaları vardır. O hafıza onların tarihleri ve yaşanmışlıklarıdır.
Ecdat şehirlere bir ruh üflemiştir. Anlamsız ve maksatsız sadece günlük amaca ve insani ihtiyaca hizmet eden binalar değil onları bir medeniyet timsaline dönüştürecek mekânlara çevirmişlerdir. Ve bunların her birini kayıt altına alıp her birinin varlığına bu şekilde şahitlik etmişler, devlet tarihinin yanında şehirlerin tarihlerini de bizlere birer hazine misali bırakıp da gitmişlerdir.
…
Şimdi benim sorum şu; içinde yaşadığımız şehri ne kadar tanıyoruz? Ne kadar biliyoruz onun dertleri, sırları ve sakladıkları nelerdir? Onun ruhunu ne kadar anlayabiliyor ve ne kadar anlatabiliyoruz?