Herkesin kendine göre ve kendi için hatta kendi kadar, kendine kadar bir dünyası var kâri. Ne eksik ne fazla… Ve hududu var herkesin, kendi çizdiği, kendi koyduğu ve kendini sınırladığı hudutları. “Yapamazsın” denmeden evvel “yapamam zaten” deyip de kendi kendini durdurdukları ve kimse gelip de örmeden taştan duvarla set diye kurdukları var.
Bunun elbette bir adı da var. Bilmem psikoloji konularını ya da kitaplarını sever misin? Ben nedenini bilmediğim bir şekilde iştiyakla hatta belki de iştahla okuyorum bu tür kitapları. Film izlerken dahi bu konuda olanlarını tercih ediyorum. Zira görünenin ardındakini aramak dedikleri şeylerden birinin de insanın ruhuyla ilgili olduğuna inanıyorum ben. Görünmüyor belki lakin her şeyin ardında onun telkinleri ve onun izleri var. “Beden bir kalıp, ruh onun içindeki özdür” diye anlatıyor mutasavvıflar ve ruhu asıl bedenini ise gelip geçici sayıyorlar. Hüsn-ü Aşk şairi Şeyh Galip Dede “Beden ruhun bineğidir” diye söylüyor ve bence de hakkı var.
Neyse… Geçelim.
İşte psikoloji bir isim bulmuş bu az evvel söylediklerime. “Öğrenilmiş çaresizlik” diyorlar adına. Daha farklı ve daha başka isimler de verilebilir elbette. Şöyle anlatıyorlar bunu. Bir kabın içine koyduğunuz bir canlı ilk zamanlarda dışarı çıkmaz için zıplayıp durur. Her zıpladığında da kafasını kapağa vurduğundan bir zaman sonra kapak orada olmasa da başını vurmamak için o sınıra kadar zıplar. Yani ola ki aşacağım diye sebat etse ve yine en baştaki gibi var gücüyle zıplasa çıkacak dışarı. Ama yapmaz. Zira ona hududu öğretilmiş ve yapamayacağına inandırılmıştır. Ve bunun adı çaresizliktir ve hem de öğretilmiştir.
…
Şimdi bütün bunları söylememin elbette bir sebebi var. Yıllar boyu bu memleketin kabiliyeti ve istidadı olan hem de cesur ve şevkli gençlerine “yapamazsın, edemezsin” diyerek takoz koyanlar değil bizzat takoz olanlar oldu. Aradan elbette “hayır yaparım” diyenler çıktı ve halen dahi çıkıyor. Lakin pek çoğu inandı bu söylenenlere ve kendi elleriyle kendilerine bir hudut çizmek zorunda kaldılar. Hayal kurdular “saçmalık” dendi, yapmak istediler “boşuna uğraşma” diye terslendi, ısrarla şartları zorlayıp da mümkün olduğu kadar bir şeyler yapabilenlere dudak büküldü yüz verilmedi. Ama yine de hep onlardan bir şeyler beklendi.
Yazık olanlar, yazık edilenler yani…
…
İmkânı olan, fırsatı bulan, elinde güç, kudret olan abiler belki de tam şimdi -geç kalmış olsalar da- pek çok yere harcadıklarının çok azını en azından gençler için harcasalar diyor insan kendi kendine. Ama olmuyor ve nedendir bilmiyorum, yapmıyorlar. Üstad Necip Fazıl’ın “Kim var diye sorulduğunda sağına soluna bakmadan ben varım diyecek bir gençlik” dediği gençler şimdi de var. Ama görmek için önce bakmak gerekiyor abiler.
Bakmıyorsunuz…
Ve sizin görmediklerinizi görenler onları görüyor, alıyor, götürüyor ve yazık ediyorlar.