“Her kuş, kendi cinsiyle uçar” diyor eskiler. Kargalar kargalarla, kartallar kartallarla. İnsanlar da böyle değil mi aslında? Ya da öyle olması gerekmez mi? Öyle olmalı. Lakin bir yanlışlık var gibi. Zira öyle değil ve öyle olmuyor. İnkâr ve ihanet sadece ve bence fiili manada yani tavırda, halde, davranışta ve surette değil. Kültürü, medeniyeti, örfü, âdeti inkâr etmek ve onlara ihanet etmek çok daha evvelinde vardı ve şimdi daha şiddetli ve daha keskin bence. Yani her kuş cinsiyle uçmuyor kâri. Bazıları cinsini inkâr ediyor, kendini ne bileyim aslanken köpek zannediyor, kurtken çakal zannediyor. Ya da şöyle çakala, köpeğe özeniyor. Öyle değil mi? Bir bak Allah aşkına ihanete bulaşmışlara. Bence tam da öyle gibi ve şairin de dediği gibi hatta…

Milliyeti nisyan ederek her işimizde

Efkâr-ı Firenge tebaiyyet yeni çıktı

Ziya Paşa yüz küsur sene evvel böyle söylemişti “Terkîb-i bend”inde. O zaman da sonrasında da ve şimdi de sorsanız aynı hastalık tebelleş olmuştur başımıza. Ve her birimiz bu marazdan şikâyet ederiz. Kendimizi unutup, kendi cinsimizi, kendi aslımızı unutup da Frenge benzemek, batılı gibi görünmek, onlardanmış gibi yapmak bence son iki üç asırdır en büyük hastalığımız bizim.

Bazıları ısrarla ve hatta ağzındaki salyaları saça saça bağırıp inkâr ediyor olsalar da her birimiz içinde doğduğumuz toplumun, milletin bir numunesiyiz. Ve ismini söylemek de gerekirse şayet bu millet “Müslüman Türk” milletidir. Ve bu tırnak içinde yazdığım “Türk” bir ırkı temsil etmez sadece. Ayırmaz, dışlamaz… Hatta bence asırlar önce de bugün de ve inşallah yarında “Türk” demek umut demek, insanlık demek, merhamet demek ve mazlumun yanında zalimin karşısında durmak demekti ve yine öyle ve öyle olacak. İstesek ve istemesek de o toplumun bize miras bıraktığı, o medeniyetin içimize sırladığı ideallerle var oluyoruz. Öyle yaşıyoruz. Ve öyle yaşamak da zorundayız. Bazıları tepinip dursalar da, Fatih Sultan Mehmed Han’ın fethettiği İstanbul’un Boğaz’a bakan bir yalısında oturup da Fatih Sultan Mehmed Han’a hakaretler etseler de mesela hiçbir anlamı yok bence. Yani bunu inkâr ederken bir de defolup gitmiş olsalar bence daha makul ve daha haysiyetli olmuş olacaklardır. En azından söylediklerinin ardında duruyor, inandıklarını yapıyorlar diyebilecektik. Ama değil. Öyle değil. Bu bir bahs-i diğer, geçelim…

Demem o ki biz, merhameti de, medeniyeti de, hakkaniyeti de, insanlığı da ve bence adamlığı da bir başkasından hele ki insanlığın yüz karası olmuşlardan öğrenecek değiliz. Hiç olmadık ve olmayacağız da. Sallandığımız doğrudur lakin yıkılmamak için dayanacağımız duvar, atalarımızın, dedelerimizin, ecdadımızın kendi kan ve şerefleriyle ördüğü medeniyet duvarımızdır.

Aşağıdaki kıssayı işte bunun için alıntılıyorum. İnsanlık nasıl olur, merhamet nedir, sadakat ne anlama gelir daha iyi bilelim diye. Ve cinsimizi fark edip de başka sürülere tevessül etmeyelim diye…

“Çanakkale’de savaşın şiddetini arttırdığı bir gün. Gökten yağmur mermi yağarken yaralıların bulunduğu çadırda komutanı az evvel ağır yaralanmış eri Halil’in başındadır. Halil zor nefes alıp vermektedir. Ama bir şeyler söylemek için zorlar kendini. Son gayretiyle tutar komutanının elinden ve yutkunarak konuşur;

-“Ben Lapsekili İbrahim onbaşından bir mecidiye borç aldıydım komutanım… Kendisini göremedim. Belki ölürüm. Ölürsem söyleyin hakkını bana helal etsin” der.

Komutan verecek cevap bulamaz. Yutkunur. Dili dolaşır.

-“Sen merak etme evladım” diyebilir ancak ve alnını eliyle okşar bu güzel askerinin. Halil az sonra komutanının kollarında şehit olur.

Az sonra elinde şehit olmuş askerlerin eşyalarıyla bir başka asker gelir komutanın yanına. Ve eşyaları teslim eder. Komutan hemen önüne bırakılan eşyalar arasında bir kâğıt görür ve açıp bakar ona. Ve gözlerinden dökülen yaşa engel olamaz. Zira kâğıtta şöyle yazmaktadır;

-“Ben Lapsekili Halil, Beybaş Köyü’nden arkadaşım Halil’e bir mecidiye borç verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim”

Haydi hayırlı Cumalar…