“Eğer Kur’an’ı okurken anlamak istiyorsan, sana indiriliyormuş gibi oku!” demedi hiçbir vakit babam. Oysa Muhammed İkbal’in babası bu ikazı oğluna çok kereler yaptı.

Her resminde hüznü okuduğum şair Arapça, Farsça, İngilizce, Hintçe ve Urduca biliyordu. Bu dilleri 22 yaşına varmadan öğrenmişti. Felsefe alanında uzmanlık çalışması yapmak yetmezmiş gibi bir de hukuk alanında geliştirdi kendini. Hukuk’un o ince ve kalın örgülü kanunlarını ezberlerken şiir yazmaya ya da şiiri kanamaya başladı. Savcılık diplomasını ülkesini sömürenlerin elinden söke söke aldı.

Ülkesine bir avukat ve emin insan olarak döndüğünde yaşı daha yirmi beş idi. Önüne gelen her davayı alsaydı muhtemelen kast sisteminde tepe noktayı bulurdu. Ancak o, haklı olduğuna inandığı insanların davalarına baktı. Bir müddet “sömürge bakanlığının” denetimindeki okullardan birinde Arap Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yaptı. Ama bu seferberlik uzun sürmedi. Zira İngilizlere yemin ederek başlanan derslerden hayır gelmeyeceğini söyledi dostlarına ve görevden ayrıldı.

Şiirlerine attığı imza şahsi bir imza değildi, çünkü Müslüman Hintli Mücahitler adına yazıyordu. Bu süreçte Kurtuluş Savaşı’nı yaşayan Türkiye için bir gülabdana gözyaşını doldurup gönderdiği vakitlerdir ki kalelerimiz düşmesin, Doğu’ya ağıtlar yakılmasın diye ağlamıştır.1926 yılına kadar Afgan hükümetiyle de çalıştı. Rabıtat-ül İslamiye adlı teşkilatla da dirsek temasındaydı. Bir yandan ise Pencap’ta Hukuk Komisyonu ile çalışıyordu.

Zaman ziyan edilmeyecek en kıymetliydi ve “izzet ve şerefi ile” çalışmak Müslüman’a yakışandı. “Ölümü metanetle karşılamak Müslüman’ın halis özelliklerindendir” diyeceği vakte adım adım yaklaşırken, bir yandan da Hindistan Müslümanlarının devlet olması için çalışmış ve birçok yerde fikrine başvurulmuştur. Ölümüne sebep hastalığın pençesine doğru ağır ağır ilerlerken; din, dil ve ırk farklılığından yola çıkılarak Hindistan’dan bağımsız olunması gerektiğini Muhammed Ali Cinnah’a defaatle anlatan mütefekkirdir.

1932 yılında Anayasa hazırlığı için İngiltere’de görüşmelere katılmış ve bu ateşli tartışmalar sırasında hastalığı nüksetmiştir. Yaklaşık altı yıl süren bu hastalık dönemi çok ağrılı geçmiştir.

Kalbi ümmet için atan Müslüman şairlerdendi. Sınır kavramını düşünmezdi; söz Müslümanların dağılmışlığına gelince. Öyle ki “Ümmeti, İslam kardeşliğinden uzaklaştıran ırk sevdasıdır” mealinde sözleri vardır.

Mansur’un, “abdestini kanla alması” gibi “gözyaşı kan akmadıkça bu ümmetin felahı olmayacaktır” diyen de odur. Gözyaşı ki bir tuzlu sudur. İpince bir iz bırakır, suyla yıkanınca o iz de silinir, gider. Ama Kazancakis’in dediği gibi “kan izi takip edildiğinde medeniyetin kaynağı bulunur.” İkbal, medeniyetin özünde gözyaşı değil, kan çanağı olmuş gözler gören adamdır.

Avrupa’yı çok iyi bilen bir Şarklı idi. Ve İngiltere dönüşü İspanya’da epey ağlamıştı Kurtuba’ya bakıp: “İslam medeniyetinin yere yıkıldığı yerdir burası!” diyordu yaşlı gözleriyle. Kurtuba’da, bir ırmağın kenarında duran İkbal: “Benim gördüğümü Avrupa görmüyor ey nehir! Burada duran adam bir hayal kuruyor, ama bu hayal yıkıntılarımızdan nasıl doğacağımızın izlerini taşıyor” diyerek, aslında daha hiçbir şeyin bitmediğini, dünyaya esenlikler getiren bir medeniyetin yeniden şahlanacağını anlatıyordu hem şairane hem de alabildiğine gerçekçi.

İkbal’in sevilmesi ve de İslâm dünyasında muteber bir sese sahip olmasının yegâne sebebi; dürüst ve gerçekçi olmasıydı, dersem yalan olmaz. Zira o; hamasi bir nutuktan, dünyayı biz kurtaracağız cümlesinin şişkinliğinden çok, nefsini adam edenin dünyayı da adam edeceğini beyan etmişti ilkin. Eğer ki “cihat” olunacaksa cümle nefislerde olmalıydı. Yoksa dal-kılıç meydana çıkıp ‘gelin ey kâfirler’ diyerek olmayacağını biliyordu ve bizlere de bildiriyordu.

Bu sebepten, dünyayı ve medeniyetleri yorumlarken “insanımızın” nasıl değiştiğini ve hayranlıkla, taklitle gelişmiş medeniyetlere nasıl da baktığını görmüş, bunu ise “çiğ” kalmamıza, kendimizi geliştirmememize yormuştu. Onun için ilk savaş alanını insanın nefsi, silah olarak da “eğitimi” şart koşmuştu. Prens Sabahattin, A.Cevdet Paşa, Cemalettin Afgani, Mehmet Akif gibi düşünürlerin çizgisinde daima sorgulamış ve “Müslümanların” nerede hata yaptığını, büyük uykudan uyanmaları için neler gerektiğini yazmış, anlatmış ve bu dertle kendi derdinden geçmiştir.

Bir kul, bir damla ise ümmet koskoca bir umman idi onun gözünde. Bu yüzden damlaların bir araya gelmesi ummanı coşturacaktı. Damlaların savrulması ise bir rüzgâra kapılıp bereketi yok etmek olacaktı. Ve en büyük ideali olan birlik-tevhid davası yerlerde yeksan olacaktı. Bu sebepten “ömrünü Müslümanların ittihadına adayan adam” olarak tanıyoruz İkbal’i.

Pakistan’ın kuruluşuna şahit olamadı. Ancak fikirleriyle bir devlet kuruldu. Bu devlet günümüzde beğenelim ya da beğenmeyelim Asya’da sözü geçer bir devlettir. Dikkate alınan bir devlettir. Zira hamurunda temiz bir şairin şiarları vardır.

“Allah’ım! İnsanlar seni verdiğin nimetlerden ötürü sever. Ben ise verdiğin belalardan dolayı seviyorum!” diyecek kadar nefsinden geçmiş, ölüme tıpkı Mansur gibi, tıpkı Mevlana gibi, tıpkı evine dönen bir adam gibi gitmiştir.

Yeryüzü Kimindir

toprağın derinliğinde tohuma can veren kim

deniz dalgalarından bulutları göğerten  kim

ufuklardan bitkilere yaşam sunan rüzgârı estiren kim

yeryüzü kimindir, o baktığın güneşin ışığını gönderen kim

buğday başağının gözelerini inci ile dolduran kim

mevsimlere sırasıyla değişme özelliği veren kim

ey toprak ağası bu topraklara bir bak senin mi ki, değil

babanın tapulu malı değil, benim değil, bilirim kimdir kim

(Çeviri: Kenan HANOK)

Ey toprak ağası, diye ünlemiştir İkbal! İyi de etmiştir. Şiiri Leyla için karalamamış, hak ettiği yer için söylemiştir sözünü. Akif’in “Asım’ın Nesli” ile İkbal’in “Cavid”i arasında milim fark yoktur.

Ayrıca İkbal’in şiirinde Hayyam esintisi, Şathiyeler ve birçok yerde isyan edercesine yazılmış sitemler vardır. Ancak bunlar şairin zafiyetinden değil, şiirinin kudretinden ve “miskin âdemoğullarının” kelimelerin parmaklıklarını görüp özüne bakmamalarındandır. Zira o, aşk denizine mantık sandalıyla girmemenin doğruluğunu anlatan bir dile sahipti:

Soru

tanrıya şöyle soruyordu gözü tok yoksulun biri:

"yoksulum bu derdimden hiç mi hiç yakınamam sana

ama, bağışla n'olur, meleklerine izin veren sen misin

kişiliksiz alçaklara devleti ve zenginliği dağıtmak için?"

(Çeviri: Kenan HANOK)

İkbal’i seviyoruz. Kurtuba önlerinde kurduğu hayalini -Allah için- daha çok seviyoruz.