Dünyanın en güzel siyahisi, her gittiği yere adına beyaz mescitler yapılan davudi ses Bilali Habeşi!
Müslümanlık hiçbirimize ona yakıştığı kadar yakıştı mı bilmiyorum ama onun adı özgürlük ve imanın davudi sesi olarak geçti yeryüzüne ve gökyüzün silinmez sayfalarına.
Köleler düşünemezler. Efendileri onlar adına düşünür. Bir kölenin düşünüp kendi başına karar alamayacağı ve efendisinin dini dışında bir inanca kalbini bağlamayacağı bir zamanda doğdu Bilal. (Hani TV için ne denilmişti: Televizyondaki filmler ve haber bültenleri reklamlar arasında sunulan aperatiflerdir, aslolan reklamların izlenmesidir. Bu cümle ve modern zamanlardaki kölelik biçimlerimiz geldi aklıma her nedense?) Tüm köleler gibi karnı doyduğunda o da teşekkür etti ekmek verenine ama dilinin ucuyla. Ne zaman ki kölelerin de düşünen insanlar taifesinden olduğunu duydu, kulağını Mekke’nin ara sokaklarından gelecek sese yatırdı. Kalbi hiçbir zaman olmadığı kadar güm güm vuruyordu köle düşmüş göğüs kafesine. Ataları Habeşistan’dan gelmiş olsa da doğuştan köleydi Bilal. Kalbi, sahibinin evinin dışına çoktan akıp gitmişti. Özgürlüğün ne anlama geldiğini bir köleden daha iyi bilen elbette olamazdı.
Biz, onu “Ehad! Ehad!” diye ünlerken bildik. İnci gibi dişleri ve dik duruşuyla resmettik hafızlarımıza. Necaşi’nin akrabası olduğunu, Malik el-Şahbaz’ın ve Muhammed Ali’nin ağabeyi olduğunu çoğu zaman unuttuk. Özgürlük en çok ona yakışmıştı. Zira aleni olarak İslam’ı anlatmanın izninin çıkmadığı zamanlarda Müslümanlığını ilk ilan eden yedi Müslüman’dan biriydi o…
Mevlana ile Şems arasındaki muhabbetin katbekat fazlası Bilal-i Habeşi ile Fahr-i Kainat Efendimiz arasında vardı. Zira Bilal-i Habeşi Habeşistan’a giden Müslümanlarla birlikte gitmesi için izin çıktığı halde Efendimizden uzak kalmamak için güvenli bölgeye gitmemiş, Medine’ye ilk hicret edenler arasında olduğundan Peygamber-i Zişan Efendimize olan hasretinden hasta düşmüştü çölden gelecek olan son resulü beklerken.
O, bir gölgeydi. Peygamberin gölgesi. Nebi, abdest alırken yanında, namaz kıldırırken arkasında, cihad ederken sırt sırta ve rivayet edilir ki Efendimiz cennete girer iken onun sesini duyar ve Cebrail’e sorar, bu ses kimindir, diye… O vakit bilir ki Bilal-i Habeşi cennette ezan okumaktadır.
Ebu Zer Gıfari’nin o görkemli iman edişi ve Mekke’nin azgınlarına kafa tutuşu tam eda Bilal’de görülür. Başına gelecekleri bildiği halde küfre kafa tutan adam… Zira zalimin zulmünün yerde kalmayacağını öğrenmiş ve Rabb’inin adını zikrederek kızgın kumlara yatmış, tüm korkusunu ise müşriklerin yüzüne çölün kumları gibi savurmuştur.
Bizi yakan iki hadise vardır Bilal’de. Biri Efendimiz irtihal ettikten sonra Mekke’de duramayıp muhibbine kavuşana kadar cihad etmesi ve Şam’da iken bir gece Efendimizi rüyasında görüp “Beni ziyaret etmeyecek misin?” diyen davetini alması üzerine Medine’ye gelmesi ve Mescid-i Nebevi’de ezan okuması… O ezan ömründe okuduğu son ezandır ve Medineliler o gün Efendimiz geldi zannıyla mescide koşmuşlardır… İkinci hadise ise, Bilal-i Habeşî’nin ezana “es-salatü hayrun mine'n-nevm” sözünü eklemesi ve Efendimizin takdirini almasıdır. Her sabah, müezzinlerin sesine Bilal-i Habeşi sokulup kulağımıza “Namaz uykudan hayırlıdır” diyen o diriltici muştuyu vermektedir. Efendimizin “ötelerde de insanların en uzunları olacaktır” sözünün sırrı biraz da bu cümlede saklı olsa gerek. Zayıf, uzun boylu, yanık tenli, güleç ama hüzünlü, davudi sesli bir Habeşi’nin çağrısı geçiyor her gün fecr-i kazibe yakın zamanlarda televizyon sesinin duvarları işgal ettiği evlerimizin çeperlerinden. O ses, Mekke’nin müşriklerini yerle bir eden avazın yüzlerce yıldır tekrarı aslında. Hatta zamanın izafi olduğunun, elimizi uzatsak kızgın çöllerden bir avuç Bilal-i Habeşi’yi yakan kuma dokunup kalbimizin yanacağının da işareti.
Medine’de, Efendimizi beklerken, bir şiirinde Bilal-i Habeşi: “Ölüm, giydiğim çarık kadar yakınımda” demişti. Ölüm adeta sevgiliden bir nefes uzağa düştüğünde yakasına yapışmaktı sevenin gözünde. Kölelik ise, Müslüman olmamanın tüm halleriydi. Müslüman olmak ise yüreğini de yüzünü de nûr ile yıkadıktan sonra ölümden ve kölelikten korkmamaktı. Bu yüzden olsa gerek, Mekke’de sahipsiz kalan, ilk şehitlerle birlikte götürülmüştü işkenceye.
Hz Ömer’in “Bilal-i Habeşi efendimiz” dediği o güzel sahabe geçiyor her sabah kapımızdan bizi hürriyete çağıran sesiyle; hüzün peygamberinin adını kalbine kızgın kumlarla yazan hasreti ve Kadir-i Mutlak karşısında hiçbir gücün mutlak olmadığına inanan gülümsemesiyle; Necaşi’nin dürüstlüğü ve Müslümanlığın tüm renkler ve tariflerden öte en çok yakışan yüzüyle.
Trakyalı isyan lideri çoban bizleri sadece savaşa, kafa tutmaya çağırmıştı ama Bilal Efendimiz bizi hürriyete ve hayırlı olana çağırıyor, duyuyor musunuz?
Her müezzinde Bilal’i aramaya devam edeceğim sanırım.