Daha önce bir yazımda şöyle yazmıştım.
“Yaşamak dediğimiz de bence biraz başka olan, farklı olan her ne ve her kim varsa ona saygı duymak ya da en azından tahammül etmek anlamına geliyor. Lakin bir istisnayı mahfuz tutuyor ve ona karşı durma hakkımı her daim saklayarak söylüyorum. O da şu ki saygı duyduğum kadar saygı görmeyi bekliyorum. Yani nasıl ki ben bir başkasının benden farklı oluşuna itibar ediyor ya da en azından tahammül ediyorsam karşıdakinden de bunu bekliyorum. Benim yaşayışıma, benim duruşuma, bakışıma, düşünceme ve hatta inancıma saygı duymayana ve hatta saldırana zerre itibar etmiyorum ve bunun da hakkım olduğuna inanıyorum.
Biz bu topraklarda asırlarca böyle var olduk aslında. Gönül medeniyeti kurduk. Gönüllü kurduk ve haddizatında sadece biz de değildik bu kuruluşun taşları. Daha niceleri vardı. Bizden olmayan, bizim gibi yaşamayan ve bizim gibi inanmayan daha niceleri vardı. Bir duvar gibi sağlam durabiliyorduk. Her taşı farklı renklerde olsa da bir duvar olabiliyorduk. Bunca farklı hamuru tek kapta karan aslında saygı ve gönüldü. Birbirlerine, birbirlerinin hayatına, inancına saygı duyuyorlardı. Ne biri ötekini farklı düşünüyor diye dışlıyor ne diğeri berikini bir başka şeye inanıyor diye aşağılıyordu. Ve bence sadece devletlere, ordulara, düşmanlara değil asırlara da meydan okuyan bir medeniyet kurmamızı sağlayan da tam buydu.”
Bizi ayrıştıran, bizi değiştiren ve böylece yok olacağımıza inanan bir düşman vardı hep karşımızda. Asırlarca mağlup ettiğimiz bu düşman bizim ayrılarak yenileceğimize ve bölünerek öleceğimize inandı. Oysa çok evvelinden söylemişti bunu bize Yunus;
Bölüşürsek tok oluruz
Bölünürsek yok oluruz
Yani tam da bu minvalde şunu söylemeliyim; her insanın nasıl ki bir karakteri, bir kişiliği ve bir şahsiyeti varsa bence milletlerin de aynı şekilde başka başka şahsiyetleri vardır. Ve birbirlerine benziyorlar desek ve öyle zannetsek de öyle değildir hiç biri. Ve bir de şu var ki millet derken etnik bir kimlikten bahsetmiyorum sadece. Dinin, imanın ve inancın etrafında şekillenmiş bir karakter benim zihnimde millet denen kavram.
Mesela bizler, inanmadan yaşayamayız kâri. Hissetmeden yaşamayız bizler. Şimdilerde çok da fazla fark edemesek de ve söylemesek de her zaman bizi ayakta tutan da asırlardır bu topraklara tutunduran da maneviyatımızdır. Biz çökersek maneviyatımız yittiğinden olur bu. Yıllardır bütün sıkıntılarımızı psikolojik yöntemlerle çözeceklerini, tamamen dinin dışında bir yolla ruhi marazlarımızı halledeceklerini zannettiler. Öyle değil kardeşim ve öyle de olmadı. Ve zaten bu psikolojik problemler bizim problemimiz de değildi. Zira derdi kimden bilirse devayı da onda arıyor insan. Oysa bizim itikadımızca derdi de devayı da veren Allah’tır. Sağlam bir inancı olan insan, umutsuzluğa düşmez bence, depresyona girmez, zira yalnız olmadığını, başıboş bırakılmadığını bilir. Yani ruhi bir tedavi yapılacaksa, inancın tamamen dışarıda bırakıldığı bir şekilde yapılamaz bu. En azından bize yapılamaz. Tutmaz, olmaz. Yani insanın dua etttiğinde içine dolan ferahlığı hangi anti depresan verebilir? Hangi “psikolojik danışman” secdeye baş konduğunda hissedilen huzuru hissettirebilir? Elbette hiçbiri. Zira ruhi sıkıntıların temelinde de bence itikadi noksanlıklar var ve işte bunun için zaten bu gömlek bizim bedenimize uymuyor. Yani mesele uzunca bir zamandır kendimize benzemiyor olduğumuzdan.
…
Elbette seçim olduğunu ben de biliyorum ve tarihi açıklandığından beri herkes gibi ben de zihnimin bir yerinde seçimle ilgili düşünceler taşıyor ve yazıyorum da ara ara. Diyecek çok söz yok artık bu kadar yakınken. Allah hakkımızda hayırlı olanı versin. Asırlardır devam eden bu yürüyüşü sekteye uğratmasın ve bizleri de kendi halimize bırakmasın.
Ve unutmamak lazım ki; her zaman Allah’ın dediği olur.