Kendini nasıl tarif ediyorsun kâri? Yani “Kimsin?” diye sorduklarında ne cevap veriyorsun? Kime benziyor, kim gibi yaşıyor, varlığın ve yaptığın kime fayda sağlıyor ve mesela yaşadığın bu memleketi nasıl tarif ediyorsun? Neresidir burası? Nasıl insanlar yaşar? İnsanları kime benzer? Nereden gelip nereye giderler?
“Her insan gibi bir memlekette hasbelkader doğmuş ve belki yaşamaya mecbur olmuş, günü yaşayan ya da günlük yaşayan, çok da merak etmeyen nereden geldiğini ve nereye gideceğini, hem buna gerek de duymayan, büyük hayalleri ve can acıtan dertleri olmayan biriyim ben” diyorsan ve cevabın buysa eğer söyleyecek çok fazla sözüm yok. Ne eleştirir ne de değiştiririm. En fazla üzülürüm belki bu cevaba. Ve bence böyle bir hakkım da var. Lakin cevabın eğer farklıysa bundan, misal ki “ben asırlardır dünyaya hükmetme gayesi olan, İslam’ın sancaktarlığını yapmış, dünyaya adaleti ve merhameti yaymış, memleketlerin sahibi olmaktan ziyade bu dünyada şahitlik yapmış, hayali cihanı aşmış, ölürse şehit ölmezse de en azından bu davaya hadimlik yaptığına inanmış bir ecdadın varisiyim” diyorsan o vakit söyleyecek çok fazla sözüm var sana. Aslında sadece sana da değil; kendime söyleyecek çok sözüm var. Zira bazı vakitler kendimden dahi şüpheye düşüyorum ben. Unutmanın ve vazgeçmenin bir hastalık olduğuna inanıyor ve yarım kalmış ya da bırakılmış bir duanın son cümlesi olduğumu hayal edip o cümleyi tamamlamıyor ya da tamamlayamıyor olduğumu düşündükçe hayıflanıyorum. Ama yine de ve en azından bunu dert ettiğime şükrediyorum.
Bence biz, vazgeçmeyen ve hayali olan adamların torunlarıyız. Tek başına cihana kafa tutan, ölmekten korkan değil ölümü korkutan ve öyle sadece lafta değil Allah’a gerçekten inanmış olan adamların… Ufacık bir zorlukta gayesinden ve davasından vazgeçmeyen adamlardı onlar. Gerçekten öyleydiler. Bu topraklarda oturabiliyor ve tutunabiliyorsak onların bu gayreti sebeptir buna. Misal ki vazgeçmiş olsaydı Sultan Alparslan Anadolu’dan, Osman Gazi gazadan vazgeçse, Selahaddin Kudüs’ten vazgeçseydi, Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’dan vazgeçse ne biz burada olacaktık ne de dünya böyle olacaktı.
Hem sorsalar ki bana “kaybetmek nedir?” diye “vazgeçmektir” derim ben. Ve “sen kimsin?” dendiğinde işte tam da bunları söylerim. Bu adamların torunlarıyım ve “her çocuk babasının sırrıdır” deyiveririm. Onun yarım bıraktığını tamam etse gerektir.
…
-“Şeyhim” dedi genç derviş “zor, çok zor… Âlemin her bir yanına nasıl ulaşacak, nasıl her bir garibin derdine derman olup, her zalime dur diyeceğiz? Kaç âdem vardır ki “Allah” diyememiş? Nasıl edeyim şeyhim, nasıl gideyim, nasıl yeteyim onca insana?”
-“Bak evlat” dedi yaşlı adam “Vazgeçmeyeceksin. Vazgeçtiğin vakit ne ismin kalır ne esamin okunur. Vazgeçtiğin gün kaybettiğin gündür. Sana bir şey sorayım:
Sen Şeyh Bayezid-i Bistami’yi tanırsın değil mi evlat?”
-“Tanırım elbet baba” dedi genç derviş “Kim tanımaz onu?”
-“Tanırsın elbet evlat. Zira o hiç vazgeçmedi. Peki ya Hoca Ahmed Yesevî’yi tanır mısın sen?”
-“Tanırım” dedi.
-“Tanıyacaksın elbet evlat, Allah kendi ismini unutturmayanı unutturur mu hiç? Hem o dahi davasından vazgeçmedi. Peki ya sen Bağdatlı Hasan’ı tanır mısın?”
-“Affet Baba, tanımam Bağdatlı Hasan’ı” dedi.
-“Elbette tanımazsın evlat zira o, vazgeçti…”
…
Canım kari, bazı şeylerin zor olduğunu hem de çok zor olduğunu ben de biliyorum. Ve bu söylediklerimin hayal gibi göründüğünün de farkındayım. Lakin her hakikat de hayalle başlıyor ve bu hayali biz kurmadık. Çok evvelinden görülmüş bir rüya, bir hayal ve bir mefkûreydi bu. Ve vazgeçersek bundan ecdada ihanet ederiz. Hâsılı vazgeçersek kaybederiz…