Cânım kâri, insan evvela kim olduğunu bilecek. Kim olduğunu, nereden geldiğini, nasıl geldiğini, kimlerle beraber olması gerektiğini ve bu yolda ne çileler çekilip ne fedakârlıklar edildiğini bilecek. Yani şunu demeye çalışıyorum, birey olarak herkes biridir, kişidir, evet. Lakin olduğundan ya da kişi olarak olduğundan başkasıdır aynı zamanda.
İnkar ile yürünmez bu yol. Bu türlü bir inkâr olsa olsa şuna benzer; bir yere gelmişsindir lakin çıktığın bir yer olmadığını söylersin, yola çıktığın yeri reddedersin, sonra geldiğini bilsen dahi bir yol olmadığını söyler ve yolu reddedersin, sonra yolda yanında olanları yok sayar, yoldaşlarını reddedersin ama bitmez bu öyle bir hale gelirsin ki aslında hiç yola çıkmadığına, yolda olmadığına, yanında kimse bulunmadığına inanır, bir ağacın dibinde mantar gibi bittiğini söyleyecek kertede gelir ve nihayetinde kendini bile reddedersin.
Tuhaf değil mi? Bence de öyle. Oldukça ve çokça tuhaf. Lakin bu tuhaflık çok fazla var bizim asrımızda. Ne yana dönsek ve bakınsak ne tarafa bu ve bunun gibi kim olduğunu bilmeyen, bilmek de istemeyen, umursamayan ve aldırmayan bir yığın var. Ve gerçekten de kim olduğu belli olmayanlarla dolu her bir taraf. İnkârı şiar edinmiş ve öyle alışmış, öyle yaşamış bir yığın. Şakın şunu zannetme ki bunu söylerken sadece ve yalnızca gençlerden falan bahsetmiyorum ben. Kim olduğu belli olmayan her yaşta ve her yerde onlarca, hayır hayır binlerce insan var etrafımızda. Hatta onlar bu kimlik kaybını ve bu kişilik unutkanlığını bir onur madalyası zannedip gururla boyunlarında taşıyorlar. Yani ahmaklıklarını rütbe sayıyorlar.
Peki o zaman sormamız gereken tam da şu; biz kimiz? Zor soru… Zira unutulanı hatırlatmak çok kolay değil. Ve şöyle, sadece hafızalardan silinmiş olsa bu kadar zor olmazdı. Lakin öyle bir melanet tebelleş olmuş da gönüllerden de silmiş olmalı ki çok zor işte oradan silineni tekrar hatırlatmak. Şunu demeye çalışıyorum yani; unutturulan hatırlanır lakin nefret ettirilen çok zor. Ve ettirildi. Hem de sadece bu habis ur yayılmadı zihnine ve gönlüne bu illete tutulanların aynı zamanda kim olduklarını da unuttular. Sultanken soytarı olduklarına inandırıldılar, hakimken mahkum olduklarını kabul ettiler.
…
“Taraf olmayı, kendince siyaset yapmayı geç de biraz dik ve sağlam dur” diyesim var bazılarına. Zor olduğunu biliyorum onlar için öyle durmanın. Lakin mesele siyasetin üstünde hem de çok üstünde. Hani yol, yolda olmak, yoldaş bulmak ve bir yere varmak dedim ya. İşte siyaset deyip de kendini o çukura kendi elleriyle zincirlediği anda bilmem kaç asır evvel çıkılan bu yolu da yolda olanları da ve yolda ölenleri de inkâr etmiş olacak ve oluyor da. İhanetle inkâr arasında da çok ince bir çizgi var, hem de gerçekten çok ince.
Şimdi biz kim miyiz? Söyleyeyim Orta Asya bozkırlarında doru atını dört nal koştururken atının yelesinin rüzgârda savrulduğu kadar hür olduğuna ve gidebildiği her bir yerin yurdu olacağına inanmış, uzun saçlarını dahi esarete düşürmemek için bağlamamış, Hazar kıyısında aldığı abdestin namazını Viyana’da kılmaya niyet eden ecdadın torunlarıyız… Şimdi kendimize sarmak lazım bu nasıl abdesttir, bu nasıl namazdır ve bu nasıl niyettir. Hem nasıl bir hayaldir bu? Muhakkak ki bu hayali ilk Kuran’ın da aklıyla alay edenler, deli diyenler, daha neler neler olmuştur. Ama hayalinden vazgeçmemiştir. Zira vazgeçilen hayal hiç hayal edilmemiştir ve inan bana her hakikat bir hayalle başlar.
Değiştik mi? Belki evet. Lakin inkâr etmeyeceğiz. Ve aynı olmasa da halen dahi hürriyetin peşinde ve bir mazlumun yanında olan, atını ufka süren, zalime had bildiren o doru atlı adamlarız.
…
Hayalimiz bizden büyük olmak zorunda. Ve kendi hayallerimizi kurmak, kendi gerçeğimize inanmak zorundayız biz. Zira ne vakit hayal kurmaktan vazgeçtiysek o zaman başkalarının hayallerini yaşamak zorunda kaldık.
Ama biz hâlâ atının yelelerine yapışıp da uzak diyarları hayaline koyan, âleme ilahi nizamı yaymak ülküsüyle yaşayan, inanmış ve başarmış adamların torunlarıyız. Ve yükümüz ağır, zira devlerin yükü ağır olur.