27 Aralık 1936 yılında İstiklal Caddesi’ndeki Mısır Apartmanı’nda; “Sessiz gök kubbe altında, sessiz yürüyerek sözünü sessiz söylerken volkanların öfkesini hatırlatan…” Âkif vefat etti. “Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;/ İnler Safahat’ımdaki hüsran bile sessiz!” diyen şairin vefatı, dönemin iktidarı tarafından görmezden gelinerek “sessizce gitmesi” beklenirken; Balkanlar’ın kaybedilmesinde, Birinci Dünya Harbin’de, Çanakkale Şehitleri’nin hatırası karşındaki heyecanını “Bu taşındır diyerek Kâbe’yi diksem başına” diye haykıran, Kurtuluş Savaşı’nın her anında Anadolu topraklarını arşınlayan, savaş bitince de İstiklal Marşı ile dönemin destanını yazan şairi, “Müslüman Yurdu”ndaki vefakâr insanlar fark ettiler ve sahip çıktılar.
O günü, merhum H. Basri Çantay Âkifnâme’de “Beyazıd Camii önünde bekliyorduk. Nihayet belediyenin ölüm kadar soğuk fakat süslü otomobili geldi. Çıplak tahtaları bir vefasızlık şahidi gibi sırıtan mühmel bir tabutu, Akif’in cenazesi diye musallaya götürdük.” sözleriyle anlatır. Bir esnaf, dükkânından bir bayrak getirip tabuta örter. Cenaze namazı kılınır ve tabut yeniden arabaya alınmak istenirken üniversite gençliği cenazeyi vermez ve Edirnekapı’ya kadar omuzlarda taşır. Ertesi gün bazı gazeteler, “Gençlik büyük şairin tabutunu eller üstünde taşıdı.” manşetiyle çıkar.
Çantay: “Milletinin şehitlerine, ‘Gömelim gel seni tarihe’... desem sığmazsın diyen Âkif’i nasıl unutabilirdik? ... Amma olmadı... Âkif, yurdunda fakat sağlığı gibi hastalığına da lâkayt ve alakasız kalan bir muhitte gözlerini yumdu. Ne garip?” diye yazacaktı.
Âkif: “– Beni kürsüde görüp vazedecek sanmayınız;/Ulemâdan değilim, şeklime aldanmayınız! /Dinin ahkâmını zaten fukahânız söyler, /Anlatırlar size bir müşkiliniz varsa eğer, / Bana siz Âlem–i İslâm’ı sorun, söyleyeyim;/ Çünkü hiçbir yeri yok gezmediğim, görmediğim. / Şark-ı Aksa’dan alın, Mağrib-i Aksâ’ya kadar,/ Müslüman yurdunu baştan başa kaç devr’im var!” derken görevini bi’hakkın yapmış ve “Müslüman yurdu” yangın yeriyken birkaç defa (devr) Necid çöllerinden Kuzey Afrika’ya hatta İngiliz cephesinde Almanlara esir düşen Müslümanlarla konuşmak üzere Berlin’e bile gitmiş fedakâr bir insandı. Bundan dolayı “Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;/ İnler Safahat’ımdaki hüsran bile sessiz!” diyerek veda edecekti. Ardında vasiyet gibi, “Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince/ Günler şu heyulâyı da er geç silecektir/ Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma/ Sessiz yaşadım kim beni nereden bilecektir?” sözleri yankılanarak karşılık bulacaktı.
Meşrutiyet döneminde yetişip birikimlerini Cumhuriyet Türkiye’sine taşıyan edebiyatçılar içinde en bilinen ve üzerine en çok çalışma yapılan Âkif’i, vefatı dolayısıyla yeniden hatırlar ve hatırlatırken; onun “Müslüman Yurdu”nda neler olup bittiğini de bir nebze hatırlamak ve hatırlatmak istedim.
Safahat’ı ve metinleri incelendiğinde Âkif’in, “Müslüman Yurdu, vatan ve yurt” idraki ile ilgili düşüncelerinde önemli ölçüde Namık Kemal’in tesirini görürüz. Safahat, bu temanın farklı tasvir ve anlatılarıyla okuruna yol açar. Namık Kemal için vatan siyasi ve dinî bir olgu olarak karşımıza çıkar ve Balkanlar’dan İstanbul’a boydan boya Namık Kemal’den sonra Orta Doğu olarak tarif edilen coğrafyayı geçerek Mekke ve Medine’yi kucaklayan ihtişamlı bir coğrafya olur. “Vaveyla” şiirinde bir kadın tasviri üzerinden vatan tarifini somutlaştıran Namık Kemal için Tanpınar ve öğrencilerinin tespitleri şöyledir: Onlara göre Türk edebiyatına “vatan, millet, istiklal” kavramlarını sistemli bir şekilde taşıyan kişidir. Tanpınar, Kemal’in zihin ve düşünce dünyamıza ‘hürriyet’ kavramını taşıdığını ve “Kemal’in başka hiçbir meziyeti olmasa dahi hayatımıza sokmuş olduğu bu kavramın bile tek başına onu tarihimizin en büyük ve en istisnai hadiselerinden biri yapmaya yeterli olduğunu” söyler. Buna ilaveten “hiçbir kimsenin tesiri, edebiyatımızda gerek cemiyetimizde Namık Kemal’inki kadar olmamıştır.” der.
Âkif’in yaşadığı devirde Namık Kemal’in ihtişamlı vatanı, peyderpey parçalanarak küçülmüş ve perişan hâlde olsa da “Müslüman Yurdu”dur ve “Sahipsiz olan memleketin, batması haktır.” Bu vatan yitirilirse Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar bütün ümmet, “Müslüman Yurdu”nda her türlü zulme maruz kalacaktır.
Hint-Pakistan ve kuzey Afrika ile sahra altı Afrika’nın, Batı emperyalistlerce sömürgeleştirilmesi ve bu işgalin Malezya-Bengaldeş’e kadar genişletilmesiyle başlayan yağmalama; Birinci Dünya paylaşım savaşı ile Akif’te gönül kırıklıkları yaratmıştır. Balkan katliamları ve büyük göçü, Kafkaslar’da yaşanan zulüm ve tehcir (o tarihlerde uluslararası literatürde soykırım tanımı yok.), Çanakkale direnişi, Orta Doğu, Hicaz ve Kudüs’ün kaybı, Âkif’in zihin dünyasını vatanı gibi paramparça etmiştir. Bu sarsıntılara rağmen her şeyi İstanbul’da bırakarak Sebilürreşâd klişeleriyle Anadolu’ya geçerek büyük direnişe destek vermiş ve Kurtuluş Savaşı’nın manevî önderliğini hakkıyla yerine getirmiştir.
Çanakkale Şehitleri, Bülbül ve İstiklâl Marşı ile vatan şuurunu destanlaştıran Âkif’i, rahmet ve minnetle yâd ediyoruz.