Kavramları ile düşünmeyen ve yazmayan hatta haber dinlemeyen bir toplum, hafızasını yitirmeye başlar. Uzun zamandır özellikle spor müsabakalarında mensup oldukları kültür ve coğrafyaya ait insanların ve ülkelerin isimlerini Batı terminolojisi ile telaffuz eden haber sunucuları ve basılı medya, başta isimler olmak üzere pek çok meselede bir kakofoninin ortalarda dolaşmasına sebep oldular. Hatta birkaç kez sayın cumhurbaşkanı da bir futbolcunun isminin telaffuzu üzerinden oldukça sert beyanlarda bulunmuştu.

Gönüllü olarak melezleşen aziz ülkemin insanlarının, dil ve kültürünü bu kadar itibarsızlaştırma çabalarını anlamakta zorlanıyorum. Dil bir hafızadır ve biriktirdiği kelimelerle bir aidiyet dünyası, anlaşma zemini, mirasa sahip çıkma geleneği oluşturur. Dil ve medeniyete, aidiyetlere, coğrafyaya, mekâna ve manaya aidiyetlerini kaybedenler, başta kendisi olmak üzere tevarüs ettiği tarih, coğrafya, gönül coğrafyası, medeniyet ve kültüre yabancılaşarak geleceğini kaybeder. Kültür, medeniyet ve jeopolitik coğrafyası ile ilişkisini kaybedenler, nitelikli entelektüel/aydın yetiştirme iddiasını da kaybeder.

Kişisel olarak “coğrafya kaderdir” klişe sloganının abartılı kullanılarak anlamından koparıldığını düşünsem de jeopolitik coğrafya, inanç aidiyeti ve etnik aidiyet ile ortak mekân/coğrafya birlikteliği toplumların kimliklerini inşa eden temel unsurlardandır. Birini diğerine tercih ederek, onu tanımlayan kavramı ortadan kaldırarak veya yanlış telaffuz ederek hayatlarımızdan çıkardığımızda kopuş yaşarız. Örnek olması bakımından hatırlatmakta fayda var: Merhum Nuri Pakdil’in Maraş’a Kahramanmaraş dediğine tanıklık etmedim. Urfa, Antep ve Maraş’ın isminin önüne kanunla getirilen eklerle o şehirlerin kültürel ve tarihî birikimlerinden koparıldığını düşünenlerdenim.

Yok edilen her miras, o mirası tanımlayan kavram, gelenekle irtibatımızı koparan bir giyotin. Çünkü kavramlar, bir toplumun kültürel mirasını oluşturur ve bireylerin aidiyet duygusunu pekiştirir. Bir meseleyi kavramlarıyla, kelimeleriyle, coğrafî ve tarihî yer adlarıyla düşündüğümüzde, muhayyilemize binlerce yıllık bir birikimi dâhil ederek anlamaya çalışırız. Dil ve o dilde söylenen kavram; kültürel kimliğin tanımlanmasında, gönül coğrafyasında bir yerin sahiplenilmesinde etkili olur. Bir dilin inşa ettiği kavram dünyasının tekabül ettiği değeri ortadan kaldırdığımızda o dilin kelimesi ile taşınan düşünce dünyasını kaybederiz ki bu her durumda toplumun her ferdinin zihin dünyasını çoraklaştırır ve fukaralaştırır.  Dil düşünceleri, hedefleri, eylemleri, savunma-sahip çıkma duygu ve deneyimlerini ifade etmenin en temel aracıdır. Eğer toplum ve o topluma ait her fert, ait oldukları kültür ikliminin dillerini yeterince kullanamazlarsa bu durum, kültürel kimliklerini, ortak düşünme imkânlarını ortadan kaldırır. Aynı zamanda, dilin kaybı, toplumsal hafızanın silinmesine, mazi ile temasın ortadan kalkmasına neden olur. Bir milletin kültür-medeniyet coğrafyası, tarihi, mitolojisi, inanç ve değer yargıları dil ve dilin isimlendirme - kavramsallaştırmalarıyla muhafaza edilir ve ihtiyaç hâlinde yeniden kullanılmasını sağlar. Batı dünyası için Latince; Müslüman dünya için Türkçe, Arapça ve Farsça bu misyonu temsil eder.

Kubbetüssahra ve Kudüs isimlendirmesi tarihî ve kültürel birikimiyle, dinî atıflarıyla bize özel bir anlama alanı oluşturur. Bu anlam yüküyle fiziki olarak bizde olmazsa bile bir anlam, kutsiyet ve orada olma duygusu oluşturur. Tevrat’taki ifadeleriyle Yeruşalim ve Yeruruşaláyim ile Latincedeki Jerusalem ve Jerosolyma veya Batı dillerindeki adı ile Jerusalem, merhum babam için hiçbir şey ifade etmezdi. Bugün Kudüs yerine yukarıdaki isimlerden hangisini kullanırsak kullanalım; kültür tarihimize ve inanç coğrafyamıza ihanet ederiz. 

Bütün bunları hangi saiklerle hatırlatmak istedik? Suriye’de başlayan harekâta önderlik eden ve asıl isminin Ahmed Hüseyin eş-Şara olduğunu, bir süre kendisini Ebu Muhammed el-Cevlani olarak tanımlayan; Suriye direnişi boyunca da Golani (COLANİ) olarak anons edilen Ahmet Hüseyin’in ismi üzerindeki kargaşa dolayısıyla bunları yazma gereği hasıl oldu. İsrail’in 9 Haziran 1967'de işgal ettiği ve sonra uluslararası antlaşmalara ve BM kararlarını tanımayarak ilhak ettiği Golan Tepeleri’nin isminin Batı terimleri ile (özellikle İngilizcede) G harfinin C okunmasıyla bin yıllık hatta Semitik kaynaklara göre birkaç bin yıl daha geriye giden tanımlamayla Türkçe düşünen, yazan, rüya gören ve coğrafyasında olup bitenlerle ilgili zihinler bulandırılarak Golan’dan koparılıyor. Mücadele sırasında muhtemelen Golan’a dikkat çekmek üzere Golanî’yi kullanmak işgal ve ilhak çağrışımına yönelik bir çabaydı. Türkiye’de yayın yapan ve kültür coğrafyasının isimlerini bile Batı medyasından tercüme ederek onların kullanım biçimine tabi olan ağızlar; aslında nasıl bir ihanetle karşı karşıya olduklarının idrakinde değiller. Golan, Colan olduğunda işgal ve ilhaka dair hiçbir şey söylemez.

Golan’ı gasp planını uygulayan Golan Tugayı’nı, yazıldığı ve söylendiği gibi yayınlayan medya mensuplarının; Müslümanların direnişini ve direnişe önderlik eden kişinin mahlasını neden Colani yaptıkları üzerine biraz düşünmeye ihtiyaç var.