Medeniyet ve medeni diye tanımlanan bir çağda insanlar, insanlığı yok ediyor. Güçlü devletlerin çıkarları dikkate alınarak oluşturulan sentetik sınırlarla insanlık topyekûn bir zulmün mengeneleri arasında fukaralık ve yoksulluktan kırılıyor. “Göç ve sığınmacı” meselesi; bir yaşama ve hayatta kalma aracı olarak günübirlik felaketlerin, kıyıya vuran cesetlerin, denizleri mezar kılan bir gerçeklik olarak yaşanırken “siyonist yerleşimci” kavramı, aileleri bin yıllık köyünden, evinden, toprağından çıkarmak; direneni katletmek ve ceza almamak olarak yürürlükte. Bu cehennem insanca bir yaşama imkânı sağlayabilir mi?

Etnik ve dinî gerekçelerle daha çok toprağa sahip olmak için yapılan savaşlar, yeni yer değiştirmelere, mülteci akımlarına, soykırım ve hukuksuz ilhaklarla dünyayı daha içinden çıkılmaz çıkmazlara sürüklüyor. Sömürge ve kölecilikle zenginleşen devletlerin 19. yüzyıl sonundan itibaren Afrika, Hint Yarımadası, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki yayılmacılığı ve işgal sonucu oluşturdukları mandacılık geleneği ile bölgenin tamamını kontrol altında tutmalarını temin etti. Etnik, dinî, mezhepçi hatta kabile-aşiret taassubu işgalci güçlerin yararlandığı enstrümanlar oldu.

İnsanlık zulüm mekanizmalarıyla kurguladığı sistem sayesinde ilerleme ve gelişmenin sınırlarını zorlarken yıkımların, soykırımın, haksızlığın da son sınırında. Aydınlanma ve Sanayi Devrimi ile tek taraflı bir güç zehirlenmesine yakalanarak “güçlünün hukuk sistemini” kuran Batı, kendisi dışındaki bütün insanlık ailesini siyonist-evanjelist anlayış çerçevesinde değerlendirdi. İnsanlığa umut olmak için uzay fethine çıkanlar; umut olmak istedikleri insanlık ailesinin önemli bir kısmının topraklarını işgal edip soykırım yapanları silahlandırarak insanlık suçu işlediler.

Emperyalist ve neokolonyalist Batılı güçler, sömürgeleştirdikleri topraklarda halkların tarihî, kültürel ve etnik aidiyetlerini göz ardı ederek bir Afrika ve Orta Doğu kurguladılar. Berlin Konferansı’nda (1884-1885) Afrika kıtasındaki devletlerin sınırları cetvelle çizilerek birbirlerine düşman etnik gruplar aynı devletin sınırlarında bırakılırken; ortak kültür, tarih ve aidiyeti olan halklar farklı devletler içinde kalacak şekilde planlandı. Yapay sınırlar, sömürgecilik sonrasının etnik ve dinî çatışmalar ile iç savaşların sürdürülmesi için gerekli görülmüştü.

Yakın tarihin en acımasız örnekleri arasında Belçika sömürge yönetimi döneminde Hutu ve Tutsi etnik grupları arasında Ruanda’da yaşanan soykırım (1994) yer almaktadır. Sudan İç Savaşı, Arap ve Afrikalı topluluklar arasındaki gerilim, Batılı sömürge yönetimi döneminde başlayan ayrımcılık politikalarının bir sonucuydu.

Bölgede yaşanan çatışmalar can kayıplarıyla sınırlı kalmamış, milyonlarca insanı yerinden etmiş ve mülteci olarak gitmeye zorlamıştır. Çatışma, katliam ve mültecilik toplumsal bağları önemli ölçüde zayıflatmış hatta koparmış ve ülkelerin ekonomik imkânlarını ortadan kaldırmıştır.  

Benzer sorunlar Hindistan, Pakistan, Bangladeş, Afganistan ve Müslümanların çoğunlukta olduğu pek çok ülkede yaşandı. Ülkeler, emperyalist kolonyalistler tarafından işgal edildi; çekildiklerinde de kaosa sebep oldular. Geride yüzbinlerle ifade edilen mağdur edilmiş kadın ve katledilmiş insan bıraktılar; iş birlikçilerini bile koruyamadılar.

19. yüzyılın sonlarından itibaren Kuzey Afrika ve Orta Doğu emperyalist güçlerin çıkar çatışma alanına dönüşmüş; insani değerler göz ardı edilmiş, işgaller ve sömürgecilik bu coğrafyayı kuralsız bir satranç oyunu hâline getirmiştir. Masa başında tasarlanmış ve Orta Doğu olarak tanımlanmış coğrafyada yoksulluk, eşitsizlik, hukuksuzluk ve iç çatışmalarla sürekli tekrarlanan savaşlar insanlığın utanç tarihidir.

Sömürgecilik ve Birinci Paylaşım Savaşı sonrası bağımsızlıklarını kazanan ülkelerin ekseriyeti ekonomik olarak eski sömürgecilere bağımlı kalmaya mecbur kalmışlardır. Sömürgeci devletler, işgal dönemi boyunca tarım ve maden gibi stratejik doğal kaynakların verimli kullanımına dayalı ekonomik bir yapının inşasına mâni olmuş, ülkelerin sanayileşmesi ve ekonomik çeşitlilik geliştirmeleri engellenmiştir. Pek çok ülkenin yer altı kaynaklarını işleyerek katma değerli satmaları yerine; emperyalistlere ucuz "ham madde sağlayan" yarı köle toplumlar olarak kalmaları için stratejiler geliştirilmiştir.

Bu bağımlılık, "neokolonyalizm" (yeni sömürgecilik) olarak adlandırılan Batıcı yeni bir düzenin kurulmasına yol açmış; eski sömürgeci güçlerin bağımsızlık sonrası dönemde yüksek maliyetli askerî işgalleri kullanma yerine, ekonomi kurumları üzerinden (çok uluslu şirketler, borçlanma politikaları, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar) sömürü mekanizmalarını sevimli (!) bir şekilde devam ettirmiştir.  

Güney Asya, Orta Doğu, Afrika ve Latin Amerika için oluşturulan teorik kalkınma projelerinin hiçbirinin gerçekleşmesine imkân tanınmamış, verilen borçlar dünya faiz ortalamalarının çok üstünde tahsil edilmiştir. İstikrarın olmadığı yerde huzur ve ekonomik büyümenin imkânı da maalesef yoktu ve olmadı. Dünyanın yarısı, diğer yarısının refahı için kontrol altında tutuluyor.

**

Siyonist-evanjelist soykırımların yaşandığı bir yılın sonunda ilkesiz siyasetin, merhametsiz ve paylaşımsız bir dünyanın olmadığı; haksız sermaye birikimi ve zenginleşmenin görmezden gelinmediği, akademik ünvanlı bilim tapıcılarının ayıklandığı, dindar olduğu için ahlakı öteleyen cehaletin idrak edildiği, insanı ve insanlık değerlerini nesneleştiren mankurt anlayışların itibar görmediği; yaşanılabilir adil ve iyi bir dünyanın kurulması umuduyla insanın, insanlık şuuruna erdiği bir yıl diliyorum.