“Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak…
Hâlbuki biz sussak tarih susmayacak…
Tarih sussa hakikat susmayacak…”
Sezai Karakoç
İnsan bazı şeyleri anlatmakta, izah etmekte ve yazmakta zorlanıyor kâri. Hatta fazlası zannımca insanın fıtratı yaşamaya ya da şöyle söyleyeyim böyle bir dünyada, bunca ölümün ve bunca zulmün olduğu ve sıradanlaştırıldığı bir dünyada yaşamaya çok da müsait değil. Ölümün bir hakikat olduğunu ve yok edilemeyeceğini elbette biliyorum. Zira biz gibiler ölümü düğün sayan, vuslat bilen ya da öyle bilmesi gereken insanlarız. Ama bunca ölüm bu ölümlü dünyaya bile fazla gibi geliyor bana. Bahsettiğim ölümün hakikat olmasını yadırgamak falan değil. Ölümü reddetmiyorum. Ki bunun bir anlamımda yok. Ölümü verenin hatırına ölüm de güzeldir, diyorum ve biliyor, inanıyorum.
Ahirete iman üzerine kurulmuş bir dünyamız var bizim. Ölene ağlarız, doğru ama ölüme ağlamayız. Dünyanın bir han olduğunu, doğanın öleceğini, gelenin gideceğini biliriz. Benim esas dert ettiğim masumların ve mazlumların dünyayı sırf kendinin sayan o mahluklar eliyle ölüyor olması, öldürülüyor olması.. Biliyorum ölümü durduramayız ama zulmü durdurabiliriz ve durdurmalıyız. Esas meselemiz de budur aslında bizim. Asırlardır kurduğumuz mefkûre de budur; zulme karşı durmak ve mazlumun yanında olmak. Dünyanın çok uzak diyarlarından bir mazlumun âhı düşse kulaklarımıza ciğerimiz yanar, şöyle dertli bir türküde dolar gözlerimiz, misal ki şiirlerimiz ateş kokar, şairlerimiz en ziyade hüzne bağlanan kafiyeler tuttururlar şiirlerinin sonlarına. Mazlumun âhından korkarız biz. Ölümü öldüremeyiz belki ama zulmü durdurabiliriz. Zira daha evvel ve çok kere durdurduk.
“Ne işimiz var bizim oralarda? Cerablus da neresi be kardeşim? Nereye gidiyoruz?” diye soranlar var. Oralarda zulüm var kardeşim. Öldürülen çocuklar var, memleketi işgal edilmiş insanlar… Dünya susuyor diye biz de mi susalım? Onlar görmezden geliyor diye biz de mi gözlerimizi kapayalım? Onlar duymazdan geliyor diye enkazların altından gelen çocuk çığlıklarını biz de mi duymayalım? İnsanlığımızı, inancımızı, davamızı, derdimizi ve kendimizi bir kenara mı koyalım? Onlar susuyor diye ya da bize “susun” diyorlar diye Aylan’ı unutalım mı mesela, Ümran’ı unutalım mı, babasıyla bir çöp kutusunun kenarına saklanan ve babası gözlerinin önünde vurulan o Gazzeli çocuğu unutalım mı? Üstad Karakoç çok doğru söylüyor; biz sussak tarih susmayacak ve hakikat susmayacak. Ve biz de susmayacağız.
Neden mi? Şundan ki bizim itikadımızca zulme susan dilsiz şeytandır madem işte onun için susmayacağız. Öldürülen çocuklar için susmayacağız, evladını toprağa gömen analar için, kolu kanadı kırık gibi evsiz barksız kalan babalar için susmayacağız. Antep’te düğün yerinde patlatılan bomba ile annesi öldürülen ve annesinin başörtüsünü koklayarak uyuyan daha bir yaşındaki Esma için susmayacağız. Esma annesinin kokusuna hasret yaşayacak. Çocuklar anasız kalmasın diye, babalar yavrularını mezara koymasın diye diye susmayacağız. Ama onlar susarız sanıyorlar. Susacağız sanıyorlar ve susarsak haklı olduklarına inanıyorlar. Ama öyle değil.
Şöyle devam ediyor Karakoç:
“Onlar sanıyorlar ki, bizden kurtulsalar mesele kalmayacak…
Hâlbuki bizden kurtulsalar vicdan azabından kurtulamayacaklar…
Vicdan azabından kurtulsalar, tarihin azabından kurtulamayacaklar…
Tarihin azabından kurtulsalar, Allah’ın azabından kurtulamayacaklar…”