Her Ramazan geldiğinde -ya da doğrusu şöyle olacak galiba: Ramazan her geldiğinde- ayrı bir hale ayrı bir iklime giriyormuşuz gibi gelir bana. Bir başka sükûnet olacak, her kim varsa bu ayın manasını bilen huzur bulacak gibi gelir. Hani ne bileyim bütün bunca kötülük ve bütün bunca zulüm bir karabasan rüyasıymış da ve sanki diğer on bir ay boyunca o kara rüyayı görmüşüz de Ramazan’da “Bismillah” deyip uyanmışız gibi. Sanki insanların biri sekine duası okunmuş da öyle bir dünya var olacakmış ya da öyleymiş zaten de biz hissedecekmişiz gibi gelir bana. “Ramazan nedir?” diye sorsalar bana herhalde “sükûnet” derim ben. Bir de dedem gelir hep aklıma. Ramazan sanki dedemin ayıymış, onun zamanıymış, kendini bulduğu ve tam manasıyla kendi olduğu bir zamanmış gibi gelir. Ve ben, cami avlusunda onun çıkışına bekleyen küçük çocuk olurum.
Bir de belki söylemişimdir daha evvel ama Ramazan biraz da hüzündür benim için. Teki tekine iftar edenleri düşünür, hüzünlenirim. Zira bir vakitler sessiz bir öğrenci evinde yalnız başına yaptığım iftarlar gelir hatırıma. Ve ben hep şöyle derim; “Ramazan’da yalnız başına iftar edenden daha yalnız kimse yoktur.” En azından ben öyle zannederim.
Hasılı bir Ramazan daha geldi geliyor. Dedem olmadan bir Ramazan daha. Biraz eksik hayır, hayır çok eksik, çokça eksik. Ama yine de güzel ve hem böyle bir şey değil mi yaşamak?
…
Ramazan denince pek çok hatıra ve pek çok düşünce var zihnimde. Bazılarını sırlayıp da kitaplarımın arasında bıraktığım notlar gibi saklıyorum. Neredeler, hangi kitabın arasında duruyorlar bilmiyorum. Vakti geldiğinde, evvelce okuduğum bir kitabı tekrar alime alınca aniden karşıma çıkacak bir sarı saman kâğıt gibi onlar. Şaşırtacak, hüzünlendirecek ve sevindirecek belki de. Ama bazılarını saklayamıyorum. Saklamak da istemiyorum zaten.
“Mesela” diyorum kendi kendime, “Mesela bu Ramazan’da iftar olsa da şunları yesek diye değil de iftar olacak ama halen dahi oruçlu gibi bir lokma yiyemeyecek olanlar var diye düşünsek.” Sonra sorularımızı kendimize saklasak ve yine mesela “Denize girsem orucum bozulur mu? Sakız çiğnesem caiz olur mu? Dişimi fırçalasam sakata gelir mi?” diye sorular sormasak da bilen abilere, hocalara; uzak topraklarda silahların gölgesi altında ezanı bekleyenlerin oruçlarını sorsak, mermi yiyen çocukları sorsak, oruçlu halde bu dünyadan göçmek zorunda kalanları, öldürülen Müslümanları sorsak ve onların oruçlarını sorsak…”
Yani daha esaslı, daha gerçek ve daha sağlam mevzularımız yok mu bizim? Her sene ve her sene bunları mı merak ediyor gerçekten Müslümanlar? Bu kadar basit ve bu kadar sahte mi yani inandığımız dava? Hem halen dahi orucu neyin bozduğunu bilmiyor muyuz? Hayret ediyorum.
Ama yine bir Ramazan geliyor ve ben bekliyorum, bir gün biri de çıkıp fetva üstüne fetva veren abilere tam da şöyle soracak diye bekliyorum:
“Ramazan’da kurşun yemek oruç bozar mı hocam?”