Okumak bazen efsunlu bir kapıdan içeri girmek gibi geliyor. Ne tuhaf hal aslında… Hiç tanımadığın bir yazarın hayalinde yaşıyor ve hatta yaşlanıyor halde buluyorsun kendini. Ve belki de öyle bir an geliyor ki “Keşke yazan değil de hep okuyan olarak kalsaydım” diyorsun. Ya da öyle kalmalıydım zaten dememek için direniyorsun. Kendi hikâyeni yazdığın anda sıyrılıyorsun diğer herkesin hikâyesinden. Kendi hayalini kurduğun vakit okuyan olarak girdiğin o bir başka yazanın hayalinin kapısı yok oluveriyor. Büyü bozuluyor. Hayali gerçeğe satıyorsun, bütün bir efsunu toz gibi üflüyorsun zihninden. Ve gerçek aşıyor hayali. Lakin hala sinenin en derununda, en sıkıntılı anında ve bir kene gibi kelimelerini emen sadece okuyan olarak kalma arzusu… Sadece okuyan olanlar; onlar ne mesrur ne bahtiyar, ne mutlu insanlar. Zira yazanların artık mahrum olduğu bir nimet hep duruyor onların elinde.

Şimdi ne söylediğini tahmin edebiliyorum kâri. “Neden?” diyorsun, bu bütün laf-ı güzafı neden önümüze döküverdin?” Meraklandırmayacağım seni zira bir sır değil zaten bu. Belki de benden öncekiler defaatle söylemişlerdir ve belki de benden sonrakiler de söyleyecekler. Maksat şu ki ben o eski masum, safdil, düşünmeden okuyuşlarımı özledim. Sahi yazmak çok şey öğretiyor insana, çok fazla şey kesbediyor insan yazarak lakin belki de kazandığından daha fazlasını da bir bir alıp götürüyor. “Mevzuyu değiştirme” dediğini biliyorum. Zaten yazmanın neler aldığı ve neler verdiği bir bahs-i diğer. Onu anlatmayacağım. Anlatacağım ya da anlatmaya çalışacağım şey başka. Mesela sen şayet hiçbir şey yazmamışsan şimdiye değin masumsun demektir, zira yalan söylememişsindir. Daha sarih söyleyeyim yalan yazmamışsındır, kendi yalanına inandırmamışsındır kendini. Yazmak aslında hiç olmayan bir dünyada hiç olmayacak kişilerle ve hiç olamayacak bir senaryoyu var etmek gibi. Ve sonra bu bütün olmayanlara inanmak gibi… Ben şimdi bütün hamasi duygularımı bir tomarı kenara iter gibi iterek bütün hasbi duygularımla bir şey itiraf ediyorum sana “Keşke sadece okuyan olarak kalsaydım”

Bin bir gece masallarında gencin biri bir pir-i faniye çıkarsız iyilik etmiştir de üç tüy almıştır ondan. Ona o üç tüyü verirken eklemiştir pir-i fani “Başın sıkıştığında yak bu tüylerden birini, yak ki derdinden kurtulasın” demiştir ve sonra devam etmiştir “Aman ha dikkat et bir saray çıkar karşına sonra o sarayda kırk tane kapı görürsün” demiştir pir-i fani “O kırk kapıdan hepsine gir lakin kırkıncı kapının ardına bakmayı bile düşünme”

Neden öyle ki? Neden kırkıncı kapının ardında olan her ne ise gizlidir. Ve merak edersin işte. Merakın bütün garipliği sarar seni. Hem ben o kırkıncı kapının ardında ne olduğuyla ilgilenmiyorum şimdi. Lakin bildiğim tek şey şu ki yazan o kapıyı aralayıp da içeriye girmeye azmedendir. Okuyan ise o kapının ardını gören lakin sadece yazanın hayalinden seyredendir. Yani acımayan, ıstırap çekmeyen, gam yemeyen lakin yine de öğrenendir. Masumdur, zira kapıyı açmamıştır, bilir zira okumuştur.

Anlamıyorsun değil mi kâri? Anlatamıyorum. Hani karlı bir günün sabahında elinde henüz hiç okumaya başlamadığın lakin kalbinin hızlı çarpmasını sağlayan bir kitap olur da bilmem hangi odanın camının kenarında sinersin, sonra bir yudum çay içerek demlenirsin de girersin ya hayaline kitabın, işte sen okuyansındır sadece, okuyan yani masum, yani mesrur ve mutlu… O kırkıncı kapının ardını bilirsin sen lakin yazan o kapıdan içeri girendir, hayalini merakına verendir.

İsraf-ı kelam etmeyeyim de sükût denen tılsımlı hali düşüreyim boynuma. Hem dert bir değil ki bir çırpıda yazıvereyim. Ve değil mi ki “Okumak cennet, yazmak cehennem denilmiştir” ve hikmet bu sözdedir.

Bes…