“İnsanlar geçmişleriyle yaşarlar oysa. Ben gibiler hayalleriyle… Yani cümleleriyle. Ama ne yazık! Olmak istediğim bütün adamlar mazide yaşamış ve ölmüşler, yazmak istediğim tüm cümleleri yazmış eski zamanın şairleri, gitmek istediğim şehirler çok küffar elinde mahpus olmuş, duymak istediğim bütün sesler sükûta boğulmuş, görmek istediğim bütün yüzler toprak olmuş. Hayal ettiklerimi çok evvelden hayal etmiş zaten bir hayal uğruna yaşayanlar. Ben, bir ahir zaman çocuğu; yaşıyor olmam dahi mucize…”

Böyle yazmışım bir vakit, bir kardeşim hatırlattı. Ve şaşırdım aslında. İnsan yazdığını unutabiliyor demek ki. Ama sevindim ve ne yalan söyleyeyim hoşuma gitti. Yine aynı şeyleri düşünüyorum zira. Aynı ateşte yanıyorum ve aynı hayal için yazıyorum. Ardımdan “İyi adamdı” derler mi bilmem lakin “dertli adamdı” desinler istiyorum. Ve yine aynı dertleri dert ediyorum. Geçelim…

“İnsan ve toprak kardeştir” demişti bir zamanlar tanıdığım bir adam. “kardeştirler zira aynıdır mayaları. Birbirlerine meftundurlar ve mecburdurlar aslında. En azından insan öyledir. Toprak yoksa o da yoktur. Ve bir hikmeti olmalıdır muhakkak topraktan var edilmenin. Zira İnsan işte tam da bunun için toprağı kendine benzetir, sever onu. Öyle sever ki zamanı geldiğinde ve gerektiğinde kardeşi için kendini feda eder. Kendi canını onun bekasına kurban eder. Ölür belki lakin yine kardeşinin koynuna giriverir. Ve sonrakiler o toprağa vatan derler” demişti.

Ben de işte şimdilerde hayalimde o adamları aramaya çalışıyorum. İnanmış, sağlam ve onurlu adamları. Toprakla kardeş olan sonra onu vatan kılan adamları. Bütün dünyanın zulmü başlarına tebelleş olmuşken Anadolu’nun ortasına gelmiş, Orta Asya bozkırlarından çıkarken yanlarına hayallerini, davalarını ve dertlerini alıvermiş, atlarının yelelerine dünyaya nefes olacak bir umudu asıp da rüzgârda savuruvermiş adamları… Onları düşlüyor ve onları düşünüyorum şimdilerde.

İnsan bir toprağı neden bunca sever ki? Neden kendi ömrünün yetmeyeceğini ve kendi gözlerinin görmeyeceğini bile bile bir hayal kurar ve neden düşer yollara? Cevabı da ben vereyim? İnandığı için ve ölümün son olmadığını bildiği için. Bedenin öleceğini lakin davanın ölmeyeceğini bildiği için…

Tam da şöyle bir zaman aslında bu günlerde zihnimde taşıdığım; 13. yüzyılın ortaları ve Anadolu kan, ölüm ve acı ile boğuşuyor. Bir doğuma gebe zira ve sancılar çekiyor. Hem de öyle acılı ve öyle dayanılmaz sancılar ki… Ölüme direniyor. Ve hatta ölmeye razı insanlar doğacak yeni bir millet için canlarından geçiyor. Zulmü durduracak, zalimi susturacak, mazluma umut olacak bir millet… Her bir taraftan maksadı bu kutlu doğuşu durdurmaktan başka bir şey olmayan ve öldürmekten gayrisinden anlamayan bir yığının hücumu altında… Yurt bulmak, vatan hayalini gerçek kılmak ve devlet olmak için gelen onlarca Türkmen obasının karşısında ellerinden masumların kanı akan adamlar… Bir yanda öldürmekten korkmayan ve bir yanda ölümden korkmayanlar.

Bir hayali olan, toprağı kardeş sayan, canını onun yoluna koyan ve Allah’a inanan güzel adamlar… Hayal etmek dahi güzel…