Tanımak ve tanışmak başka başka şey kâri, anlamakla anlaşmak gibi… Çok fazla insanla tanışıyoruz hem de her gün ama kaçını tanıyoruz ki biz? Benim kanaatimce bir insanı tanımış olmak onu anlamak demektir. Acılarını, kederlerini, hüzünleri okuyabilmek demektir gözlerinde. Belki bu yüzden insan insanı anlamakta zorlanıyor.
Bir insanın yüzüne baktığında ne görür insan? Aslında sormaya çalıştığım şu ne görebilir? Ne kadar anlayabilir ve ne kadar tanıyabilir karşıdakini? Hüzünlerini görür mü mesela? Acılarını, kederlerini, ayrılıklarını ve yalnızlıklarını görür mü? Hasret mesela bir insanın yüzünde görülür mü? Kimsesizliği anlaşılabilir mi gözbebeklerinden? Çaresizliği alnındaki çizgilerden sezilebilir mi? Mesela yüzüne bakınca bir annenin anlaşılabilir mi bir mülteci botunda uçsuz bucaksız denizin ortasında kocasını ve iki küçük çocuğunu kurban verdiği? Ya da yaşından çok daha fazla yaşlanmış işçi yahut bir çiftçi babanın bıyıklarının altında titreyen dudaklarından anlaşılabilir mi oğlunu memleketin bir köşesinde şehit verdiği? Ufacık bir çocuğun gözünden akan yaşa bakıp da yetim olduğunu ayırt edebilir miyiz mesela? Ya da soru şöyle olmalı; etmeli miyiz? Ya da daha doğrusu; fark edemiyorsak bize de yazıklar olsun mu?
Bilmiyorum kâri, inan ki hiç bilemiyorum ve hayret ediyorum buna aslında. Hayretim daha çok anlayamadığımdan. Zira insanların yüzlerine dahi bakmaz olduk çok zamandır. Üzerlerine giydikleri, yüzlerine sürdükleri, kollarına taktıkları her ne varsa onlara bakmaktan yüzlerine, yok yok gözlerine bakmaz olduk. Oysa insan gözlerinde saklıdır. Değiştiremediği, gizleyemediği, saklayamadığı her ne varsa tam da oradadır.
Bunca sual benim de hoşuma gitmiyor aslında. Zira bazen bazılarının cevaplarını bulamıyorum. Ama sormadan da yapamıyorum hiçbirini. Nasıl böyle olduğunu anlamakta güçlük çekiyorum. Eskiler “rûberû” derlermiş, yüz yüze demek manasında ama aynı şey değil. Şimdilerde ise “rûberû” söyleşmek biriyle ya da ne bileyim sadece oturup da gözüne bakmak anlamak onu ve tanımak ne kadar zor ve ne kadar yabancı… Eskilerin hasret dediği bizim özlem deyip de eğreti bir hale soktuğumuz his dahi kalmadı. Yani adam ağız tadıyla hasretini bile çekemiyor sevdiğinin. İstediğinde ulaşıyor, duyuyor, görüyor… Neyse bu bir bahs-i diğer… Ben asıl söyleyeceklerime döneyim.
Bütün bunları aslında kendi kendime soruyorum ve kendimi tenkit ediyorum bütün yazdıklarımla. Elimde tuttuğum “gavur icadına” insanların yüzüne baktığımdan daha çok baktığımı fark ediyorum. Sonra birkaç fotoğraf karesi düşüyor gözümün önüne çok eskilerde yaptığım, yaşadığım ama unuttuğum bir şeyi hatırlar gibi oluyorum. İnsanın yüzüne bakmayı ve acısını görmeyi gözlerinde… Mesela altına şöyle bir cümle yazılmış bir fotoğraf var zihnimde “Fotoğraftaki şehit babasını bulun hadi ”Ayakta duran onlarca insanın arasında o babayı fark etmek ne kadar da kolay. Gözlerinde değil her zerresinde hüzün var. O ağlamıyor ama onun gözlerine bakınca sen ağlıyorsun. Ve biliyorum bir fotoğrafa bakmak, bir insanın gözlerine bakmak demek değildir.
…
Bütün bunları geçen akşam televizyonda gördüğüm bir çift göz için yazdım. Hiç tanımadığım bir abla için… Çocuklarını ve kocasını Akdeniz’de batan mülteci botuyla suya gömen bir Suriyeli kadının bütün vücudundan okunan hüzün, çaresizlik ve acı için yazdım. Ve o an fark ettim uzun zamandır bir insana gerçekten bakmadığımı. O ağlamıyordu ama ben ağladım. Ve anladım…