“Ne zaman büyük adamlar yetiştirebiliriz?” diye sormuştu bir dostum bana.
Yavuz Bülent Bakiler’in mısraları döküldü gayriihtiyari dilimden…
“Kılığın kıyafetin sarmadı beni
Söylediğin türküler bizim türkümüz değil
Başka çeşmelerden doldurmuşsun tasını
Yüreğinde nakış yok, acı yok bizden
Bulutlar rahmetini kesmeden yavaş yavaş
İnsanlar selâmını esirgemeden
Savuş git içimizden.”
“Kimliğine yabancılaşanlardan ‘büyük adamlar’ yetiştiği görülmüş mü?” dedim.
Avrupa hayranı kompleksli dostum ezik tavırlarını gizleyerek yutkundu. Yeni bir soru sormasına fırsat vermeden devam ettim:
“Ne zamanki eğitim bir medeniyet meselesi halini alırsa… Tabii ki kopyadan kurtulduğumuzda. O takdirde, kendi büyüklerimizi; âlim, arif ve hâkim insanlarımızı görebiliriz” dedim.
Sorun şu: Yerli ve milli olamadığınızda taklit ve kopya süreci yani kimliksizlik sizi “karikatür taklit”lerine götürüyor. Kimliğinizi bulamamışsanız, aşağılık kompleksi sizin büyük düşünmenize, büyük hedefler koymanıza engel oluyor.
Bu eziklik içinde BATI kolayca kendi sistemini dayatıyor size.
Önce “kendiniz” olacaksınız…
“Nereden başlayacağız” diye dostum tekrar araya girdi.
Eğitim sisteminizin felsefesi yoksa düşünce üremezsiniz.
Kendi metafiziğimize ait teknik üretimine geçmek zorundayız. Teknik kendi kültürümüzden doğacak. Bilimde ve eğitimde kendi referans sistemlerimizle ayağa kalkacağız. Kendi modellerimizi ortaya koyacağız. Her bilimsel ifade eğitime dair her metot kendi kültürümüzün çocuğu halini alacak.
Hâlbuki eğitim düzeninde arz eden manzara şu: Seküler bilim ve eğitim anlayışı insanları; ruhani bağlarından kopartıp, dünyaperest hale getirdi.
Allah inancı yerine seküler bilimin tanrıları (tabiat, tesadüf ve sebepler) yer alınca, gençlerimizin imanı ve inancı (ve dolayısı ile ahlakı) elinden alınmaktadır.
İlimden irfana giden yol kapanınca mekanik bilgiye odaklı, teste dayalı (sınavcı) eğitim anlayışı ile insanımız bir yandan fikir yürütemez (düşünemez- sorgulayamaz) hale getirilirken, bir yandan da seküler bilimin mana ve kökten uzak hali, dünyevileşmenin temeli, manadan ve özden uzaklaşmanın kaynağı olmaktadır.
Kendi tarih ve kültürünüzden, inanç kodlarınızdan doğan kendi eğitim ve okul modeliniz yoksa; hükmeden kış iklimi gençlere ve çocuklara yararlı, pratik, anlaşılır, hayatın güzelliklerini tanıtan gerekli bilgileri sunamayacaktır.
Bu bir yana uygulamadan ve etkileşimden yoksun günlük sekiz on saat “otur ve beni dinle” modu içinde süren dersler öğrenciyi bunaltmakta; eğitim bir “işkence” halini almaktadır.
Okulları rahatlatacak ilk müspet uygulama günlük sekiz hatta on saati bulan ders saatlerinin bir an evvel azaltılmasıdır.
Beden, müzik, resim, laboratuvar, atölye gibi faaliyete dayalı dersler öğle sonrasına alınabilir.
Yeni Milli Eğitim Bakanı’nın söylemleri büyük bir ümit doğurdu. İcraat bekleniyor.
FETÖ okullarının dejenere edici eğitim uygulamaları ile dershaneler yaygınlaşmış, okullar da bir tür “dershane” formatına bürünmüştü. Eğitime “zehirli bir armağan” da bırakmıştı: Teste dayalı eğitim.
Dikkat edelim ki, bu FETÖ eğitim uygulaması, okullarımızda temel eğitim metodu olarak hala devam ediyor.
Genlerimize kadar işleyen “teste dayalı eğitim” virüs gibi, mikrop gibi eğitimi çürüten ve içten içe bitiren “eğitim engeli” halinde varlığını sürdürüyor. Üstelik “merkezi sınavlar yolu” ile de hayatın her tarafını kaplamış vaziyette.
Bilgiyi işaretlemeden ibaret kalan “test metodu” ile konuşamayan, düşünemeyen, hatta yazamayan bir toplum halini aldık. Üstelik bu “tek doğrulu eğitim” kolayca kutuplara ayrılabilen tepkisel bir toplum haline getirdi bizi.
Bilginin kullanılmasına ve üretilmesine yönelik soru sormayı öğrenmek en büyük ihtiyacımız. En başta açık defter kitap sınav (ya da sınavsız eğitim) gibi ya da proje ile eğitim gibi modeller hayata geçirilmelidir.
İnsanımızı her sahada bu kadar üretkenlikten uzak kalıyorsa, sorunlarını çözemiyorsa; altındaki asıl bir neden bu teste dayalı eğitim…
Bilgiyi hazır sunmaktan daha tehlikeli bir eğitim metodu bilmiyorum!..
Test tipi eğitimin önce çıkardığı, “kısır sorulardan” vazgeçip, “doğurgan soru sormayı” öğrenmek eğitimde öncelik haline getirilmeli. Hoca maharetini “doğru cevapları” sunmakla (dersi iyi anlatmakla) değil, “ilim hazinesinin” anahtarlarını vermekle (doğru soru sormakla) gösterecek.
Hoca proje yapmaya (araştırmaya) götüren sorular hazırlayabiliyor mu? Önemli olan böyle hocalar yetiştirebilmek..
Onun için “ilim hazinedir, anahtarı sorulardır” denilmiştir. Önemli olan bilginin üretilmesi ve kullanılması olduğuna göre hazineyi açacak soruları bulabiliyor muyuz?
Bunun için denilmiştir ki: “Sıradan öğreten anlatır, iyi öğretmen yapar gösterir, büyük öğretmen davranışı ile ilham kaynağı olur; soruları ile öğrenciyi araştırmaya ve düşünmeye sevk eder.”
Bilgiye ve eğitime dair yanılgıların toptan değişimine ihtiyaç var. Bu da doğru ve sürekliliği olan bir hizmet içi eğitimle mümkün olur.
Baştaki konuya tekrar dönersek asıl vurgulamak istediğimiz konu: Asıl meselemiz; bilimi kendimize mal etmek, kendi referans sistemlerimizi kurmak…
Gençlere “ithal” bilimi okutarak “milli” ve “yerli” düşünmesini, memlekete faydalı olmasını bekleyemezsiniz.
Bilim evrenseldir ama hedefleri milli olmak zorundadır. Bilim sizin kültürünüzün, dininizin, ekonominizin, sanatınızın emrinde olacak.
Eskiden mekteplerde ahlak dersi vardı. Adap öğretilirdi. Her dersin, önce usulü öğretilirdi. Şimdi ahlak yerine etik diyoruz. Etik diye bir şey uydurulmuş. Hikmet insanı nasıl Allah’a bağlıyorsa, ahlak da Allah’a bağlıyor. Etik denilen şey maddeyle ilgilidir. Maneviyatı ve ahlakı dışlamak için etik denilmiştir.
Mesela pragmatizm diye bir şey var şimdi. Pragmatizm akımının ismi Charles Sanders Peirce diyor ki: “Doğru yoktur, menfaatim neredeyse doğru odur.”
İşte bakın Batı Felsefesini aynı ile alırsak, menfaat esas olur. Batı’nın sömürü üstüne sömürü düzeninin aleti haline gelirsiniz.
Modernleşelim. Ancak kendi kültürel, entelektüel paradigmalarımızdan yola çıkarak yapalım bunu. Kendi omurgamızı, kültürümüzü, değerlerimizi merkeze almak şartıyla diğer kültürlere açılalım.
O takdirde “büyük olmaya” ilimden irfana giden yol kendiliğinden açılacaktır.