15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden bunca zaman geçtikten sonra bu darbeyi hazırlayan yapının felsefesi, birikimi, ait oldukları kültürel yol, beslendikleri kaynaklar, dindar görünmelerini sağlayan ancak sahih kaynaklardan türetildiği iddia edilen kültüre yaslandığı tez ve anlayış üzerine kayda değer bir çalışma yapıldığı kanaatinde değilim. Hâlâ günübirlik güvenlik ve polisiye müdahalelerle o topluluk ve çevreleriyle yolu kesişmiş çer çöp toplamakla önemli bir kısmı kamu imkânlarından yararlandırılan benzeri yapılara sızarak ve kısmen onlarla benzeşerek orada varlığını sürdürüyor. Hatta varlığını idame ettirdiği yeni alanlarında bukalemunlaşarak güçlenmeye de devam ediyorlar. Ülke sınırları dışında yapıp ettikleri ihanetler de başka bir çalışmaya malzeme sağlayabilir.

Mesihçi, efendici, üretilmiş kutsal kimliklerle takdis edilmişlerin yolundan gidenlerin bir kısmı tasfiye edilirken bir kısmına da ayrıcalıklar ve imtiyazlar tanınarak kollanarak korunmaya devam ediliyor. Tıpkı “ehli secde” diyerek FETÖ’ye tanınan imtiyazlar gibi. Yaşı müsait olanlar hatırlayacaktır. Onların derneklerinden referans alamayanlar -referans almanın şartı "himmet" olarak nitelenen zorunlu bağıştı- yurt dışında iş yapamıyorlardı. Bugün de benzer mesihçi ve efendici kimi cemaatler, aynı imtiyazları farklı bakanlık ve kurumlarda kullanmaya devam ediyorlar. Kimin nasıl bir kültürel dindarlık ikliminde yaşadığından çok, o kişinin kurumsal bir yapı içinde toplulaşarak bulundukları kurumun imkânlarından nemalanmaları tehlike arz ediyor. Devlet aklı, bu tür yapıların yasal kimlikleriyle aidiyetlerinin bilineceği, mensup oldukları kurum hesaplarının şeffaf ve denetlenebilir olduğu yasal bir çerçeve gerektirir -1970’li yıllarda birkaç haneli bir köyde birkaç milyonla başlayan toplulaşmanın, bugün holdingleşerek ulaştığı sermaye birikiminin kaynağı bilinen bir bilinmez_.

**

Dinî geleneğin, tarihin bir kesitinde farklı inanç ve düşüncelerle karşılaşarak yeni yorumlarla yeni bir kültürel alan ürettiğini biliyoruz. Nas, akıl, kıyas ve icma ekseninde inşa olunan dinî yorumlar, farklı yöntem ve yollar olarak yaşanırken; Batınî ve tasavvufî yeni yorumlar da farklı kültürel bir alan inşa etti. Burada, bu tartışmayı açmanın imkânı yok. Dinî veriler etrafında ortaya çıkan ve kültüre dönüşen akımları, din yerine ikame eden hareketler; zamanla kültürlerini din olarak benimsediler ve buna aykırı beyanları din dışı ilan ederek cemaat/loca/loncalara dönüştüler. İnançları bilimsel kavramlarla açıklama geleneğine yaslanan spiritüel ve ruhçu gruplar, “dinler arası diyalog” başlığı altında modern siyonist - evanjelist anlayışa sadakatle fikirler üretmeye ve her alanda paralel yapılar kurmaya başladılar.

15 Temmuz darbe girişimi, Batınî bir anlayışın boyutlarını ortaya çıkarması bakımından önemliydi. Ancak benzeri yapıları besleyen anlayış, kültürel iklim, yaslandığı gelenek sorgulanmadan tek alana yoğunlaşılarak bir mücadele yapıldı. Darbe girişiminde bulunan grubun değerler hiyerarşisine bakıldığında ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı “KENDİ DİLİNDEN FETÖ: ÖRGÜTLÜ BİR DİN İSTİSMARI” kitapçığı incelendiğinde “Mesih’in merkebi ve Ashab-ı Kehf’in kıtmiri (köpeği)” olarak kendilerini tarif ederek sundukları tevazu ile kibirlerini gizleyen, Kuran’ın bildirdiğinin aksine “gayb âlemini bilen, Allah’la doğrudan konuşan, peygamberleri meclisinde ağırlayan, ölmüş din büyükleriyle görüşen” spiritüel-ezoterik cemaat liderlerinin aramızda yaşamaya devam ettiklerini ve “din, ticaret, cemaat, sadakat, itaat” düsturlarıyla güç devşirmeyi sürdürdüklerini görürüz.

Basit bir mantıkla aynı gelenekten beslenen ve aynı eserleri okuyarak hayatlarını inşa edenler arasında neden bir irtibat kurularak tedbir alınmaz? Biliriz ki kışla, öğrenci yurdu, okul yemekhanesi … gibi toplu yerlerde aynı malzeme ile yapılmış bir yemeği tüketerek zehirlenenler arasında ayırım yapılmaksızın tedavi altına alınırlar. Bir ikisi müşahede altına alınıp tamamının tedavi olduğu varsayılmaz. Batınî dini ve kültürel geleneğin kaynaklarından beslenen, tarih boyunca aynı metinleri okuyarak toplumu iğfal edenler neden birlikte zehirlendikleriyle müşahede altına alınarak gözden geçirilmezler ve tedavi edilmezler? Bu, anlaşılabilir bir şey değil. FETÖ’nün kültürel birikimini tevarüs ettiği eserlerden beslenenler, son olarak Mehdi’yi Gazze’ye de çağırdılar. Mesihçi geleneği tevarüs ettikleri İsrailiyat’ın asıl sahipleri ile savaşa çağırılan Mehdi, hangi yalanın sahici sahibi olabilirdi? Kişi, beslendiği coğrafyanın inanç ve kültürünü taşır. Marksistler, Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği”ni okuyarak komünist olmazlar. Kimin, kimleri okuyarak hangi “sahih” inanca ya da “yaşama biçimine ulaştığına” iyi bakmak gerek.

Sonuç olarak “zamanın yenileyicisi, müceddit” gibi, efendilerin egemen olduğu anlayışlara tabi loca mensuplarını, “alnı secdede” retoriği ile aklama çağını geçmiş olmak gerek. Sızarak yerleşen ve yerleştiği yerde ihaneti hak gören, aklı birilerine emanet yapılara mensup kişilerin birbirini kollamak ve güçlenmek için gerektiğinde hak ihlallerinde bulunmaları, adalet kurumunu kullanmaları kabul edilemez. Siyonist-evanjelislerin mesihçi/mehdici/kurtarıcı ideolojisini dini kavramlarla ambalajlayarak anlattıkları menkıbelerle insanları dini hakikatlerden kopararak rüya ikliminde yaşatanlar, “ehli secde” olarak korundukça Selçuklu dönemi Hasan Sabbah’ın Haşhaşileri ile Osmanlı dönemindeki Kadızade mensuplarının ideolojileri yaşatılmaya devam ediyor demektir. Aynı kaptan yiyenlerden biri zehirlendiyse diğerlerini de gözden ırak tutmamak gerek.

Bu vesileyle aziz kardeşim Erol Olçok ve evladı Abdullah Tayyip başta olmak üzere FETÖ ihanet çetesinin şehit ettiği kardeşlerime rahmet diliyorum.