Cânım kâri, şöyle yüz yüze konuşsaydık seninle. Aramıza bunca engeli koymasaydık ne harfleri ne mekânları, ne zamanı hiçbirini düşünmemiş olsaydık. Ve mesela bu yazmak denen sırla sırlamak zorunda kalmasaydım da bütün hatalarımı, kusurlarımı ve eksiklerimi söyleyerek, içimden geçtiği gibi ve hiçbir mizana koymadan konuşabilseydim seninle. Zira yazarken de başkası oluyor insan her ne kadar bütün maskelerini atıp da yazmaya çalışıyor olsa da. Neyse, belki bir gün bütün bu engelleri aşıp da bir bardak çay içerek muhabbet de ederiz seninle. Zira bence bizim gibiler beraber içtikleri bir bardak çaya bütün bir samimiyeti sığdırırlar. Geçiyorum.
Bazen çok şikâyet ediyorum etrafımdaki her şeyin değiştiğinden. Zamanın, dünyanın, insanın değişikliğinden dert yanıyorum. Ben de değişiyorum biliyorum. Hem de çok değişiyorum. Daha önce bunları yazmıştım sana zaten. Ama bence değişmeyen ve değiştirilemeyen çok fazla şey daha var. Belki değişmesi gerektiği halde değişemeyenler bunlar. Onlarcasını sayarım, sen de sayarsın ama ben birkaç tanesini konuşalım istiyorum bugün. Misal ki gücü görünce eğilip, bükülmek. İnanmadığı halde güçlü olana, yüksekte olana yaranmaya çalışmak ya da inanıyor ve onun her halini gerçekten kabul ediyorsa da aşırıya kaçıp saçmalamak diye bir şey var ve değişmiyor. Bunun adı çok, şekli çok ve çok eskiden beri var zaten. İsmine ne dersen dersin ama dalkavukluk diyorlar çoğu zaman. Bugünün derdi değil bu yani, eskiden de vardı. Hep vardı. Kraldan çok kralcı olanlar. Yaranmak, yaramak, avanta bulmak, kendini göstermek ya da sadece görünmek için ne yapacağını şaşıranlar. Hakikatte ne tarafta durdukları, nerede oldukları hiç belli olmayan ama ışık ne yandan yanarsa o yana koşanlar bunlar. Ve muktedir olana da en çok zarar verenler bu asalak ve omurgasız tiplerdir.
Bence meselenin bir başka boyutu da var. Daha öncelerinde bir kez yazmış ve sana söylemiştim, siyasi yazılar yazmak ya da birilerine yaranmak için yazmam, yazmadım ve yazmayacağım diye. Siyaset derken de bir bilimden değil politikadan bahsediyorum. Yoksa felsefesini, duruşunu, içtimai ve sosyal tarafıyla siyaseti elbette konuşmak ve yazmak en azından dolaylı olarak çoğu zaman bir mecburiyet.
Tam da bu bağlamda Cumhurbaşkanımızın siyasi varlığını ve siyasetin ona kattıklarını bir kenara bırakmadan insani tarafını hep ön planda tutuyor ve o yanıyla görüyorum daha ziyade. Onda Anadolu insanını görüyorum ben ve eminim ki pek çok insan da bunu görüyor. Siyasetten önce muhabbet doğuruyor bence bu tavrı. Zira izleyen, gören ve sevenler; benim babam gibi, oğlum gibi ve hatta benim gibi diyorlar. Benim vereceğim tepkiyi veriyor zulme susmuyor, zalime haddini bildiriyor, camide babam gibi safta başını eğip oturuyor, cenaze evinde Kur’an okuyor diyorlar. Ve haklılar. Zira bence onu siyasi bir lider ya da figür olarak görmeden evvel evlerinden biri olarak görüyorlar ve saygıdan evvel seviyorlar.
Bir de diğerleri var. Kim mi onlar? Şöyle, misal ki Anadolu’nun herhangi bir şehrinde yapılan bir konuşması sırasında görüp de çaya davet eden yaşlı teyzenin samimiyeti, muhabbeti kadar asla samimi olmayan ama dalkavukluğu zirveye çıkarıp da ne yapacağını şaşıran tipler bunlar. Şu heykelleri falan dikenlerden bahsediyorum. Yalakalığı putlaştırmaya kadar çevirecek, kendilerini rezil edecek koca koca adamlardan.
Bu tarafından bakınca Sayın Cumhurbaşkanının “Yalnızım” derken ne dediğini ne demek istediğini ve neden dediğini daha kolay anlıyorsunuz. Etrafı dalkavuklarla dolu ve asıl muhabbeti bulduğu yeri arıyor. Daha mı açık söyleyeyim dalkavuk, yalaka değil dost arıyor. Ki Anadolu insanı bütün siyasi çıkarlardan, çatışmalardan, fırka ayrımlarından sıyrılıp saf ve safi bir muhabbetle kucaklıyor onu. Siyaseten karşı çıkanlardan kör bir nefretle saldırmıyor. Yanlışını kabul etmiyor ama doğrusuna sahip çıkıyor. Bu hep böyle olurdu ve olabilirdi de. Anadolu halkı aynı halktı, merhametleri aynı merhamet, samimiyetleri aynı samimiyet, muhabbetleri aynı muhabbetti lakin siyasetçiler ya da idareciler onları “dağdaki çoban” diye gördüler, açık söyleyeyim aşağıladılar, küçümsediler, inandıklarına saygı duymadılar, yaşayışlarını hakir gördüler. Yani onlar da bu muhabbeti bulabilirlerdi şayet muhabbet duyabilselerdi.
Hasılı, her şeyin bir haddi var. Hadsizliğin ve dalkavukluğun bile…