Konma ey bülbül-i divane kapıma
Bu güz cihanın her yanında hüzün var
Yaradan dert verir sevdiğinin başına, sâhi
Ah ki âdem anlamazsın ne utanmaz yüzün var
Emir Fuad
—
Bütün düşündüklerimi, hayal ettiklerimi, yapmak istediklerimi, yanlış gördüklerimi, hak verenleri, hak verdiklerimi, ölenleri, ölemeyenleri, dirileri ağlatıp ölüleri dahi ağlatmaya öte âleme gitti dediklerimi, bu dünyayı terk eyledi diye senelerdir gözyaşı döktüklerimi, gönlüme gömdüklerimi ve gönlümden söktüklerimi, hepsini… Hepsini anlatabilirim sanmıştım kelimelerle. Takatim yeter, gücüm el verir, canım rıza gösterir sanmıştım. Ah ki ne gafilim, ne kadar cahilim! Yanılmışım. Oysa ben ne de çok isterdim mutlu mesrur cümleler yazmak, ağlayan kelimelerin gözlerine tebessüm asmak… Ah ne çok isterdim. Ah ben… Ah ki ben… Ben güçsüzüm, çok güçsüz, takatsizim Allah’ım…
Kekeme bir âdemin terennüm ettiği bir türkü şimdi kulaklarını pare pare ediyor insanların. Ne olduğunu dahi anlayamadıkları sözlere ne kadar da gönülden sevdalanıyor insanlar. Ne kadar da büyük aşk ediyorlar “Batı”nın var ettiği dişleri dökük bir Afrodit yüzlü dünyaya. Evvel bahiste yok (hâşâ) deyip, can boğazlarındayken Allah diyorlar. Ne de çok gülüyorlar, ne de çok şeye gülüyorlar. Lakin bilselerdi O’nun bildiğini az gülüp çok ağlamazlar mıydı? Gülüyorlar ama her can bu konaktan yekdiğerine uçarken onlarla beraber öldüklerini bilmiyorlar. Oysa parmaklarla sayılacak şu kadar gün de ne kadar da ölüm var. Ne kadar fazla ölüm duydu kulaklarım, dudaklarım ne kadar fazla Fatiha okudu bu âlemden gidenlere. Ne kadar da yanmış yürek kokusu sindi genizlerime. Ne çok ananın feryadını işittim. Ne çok babanın acısı utandırdı bulutları. Ne de çok ateş düştü ocağında bir parça kav olmayanların hanelerine. Ah âdemoğlu Kabil’den beri aldığın ders yetmedi mi sana? “Dünya” dedin kardeşini öldürdün, şeytanı dahi parmağında döndürdün. Gökten kızıl yağmur mu indireceksin, feza da güneşi mi söndüreceksin, kıyameti erken mi getireceksin? Bu kadar acıya sen sebepsin, bilmiyor musun?
Bunca acıya sebep ne? Nedensiz mi ki? Yer dahi sallanmadı mı utancından? Her sarsılışta canımızı acıtmadı mı, utanmayı unutan simalarımızı ar sillesiyle bir tokat aşk etmedi mi? Yetmedi mi ey insan, bunca ölüm sana yetmedi mi?
Daha neyin davasını güdeceksin? Dava dediğin de birkaç kelimeden ibaret değil mi ister sadırda olsun ister satırda. Yer dahi beşik gibi sallarken seni koynunda, uyutmak için değil ki ayıl da kendine gel diye dürtüyor. Toprak dahi senin ayıbını örtüyor. Şimdilerde hıfzettiğin bir cahiller amentüsü. Sana illa akıl diyor. Sen yalnızca aklınla bildiğini var sanıyorsun. Ya kalbin? Aklından olana mecnun derler, düşün! Lakin kalbinden olana ölü… Vazgeç artık, bırak Allah aşkına, avdet eyle bu belaya düşürmekten canını. İnsansın, kalbin var, ölüm var…
Her gün bir yerlerden gelen onlarca ölüm haberi… Yine Kabil kendi kardeşini öldürüyor. Ne bitmez kinin varmış ne onulmaz derdin… Ölüm herkesin başında, ne mümkün halas olmak ecelden… Ama bu kadar dert bu sineyi deliyor. Kalem ağlıyor, kâğıt ağlıyor, ölüme yakılmış ağıt dahi ağlıyor. Lisan kâfi gelmiyor acıyı anlatmaya ve dahi kelimeler yetmiyor.
Şimdi ben bir ananın enkaz altında kalmış evladı için feryadı ile inlerken bir diğer ananın şehit düşmüş oğluna söylediği şiiri dinliyorum… Ah insan! Sen hangi ananın evladısın?
Başımıza gelen dert, bela dahi nedensiz değil. Ama geçer, unutur insan. Geçer…