Sosyal medyada çokça paylaşılan bir videoyla karşılaştım geçen gün; sunucu kalabalık bir caddede vatandaşlara Kelime-i Tevhid yani “La ilahe illallah” ne manaya gelir diye soruyordu fakat bir türlü doğru cevap alamıyordu.

Hâlbuki görünüşte hemen hemen herkes ilkokulda din dersi almıştı. Düşündüm ki; “otur ve dinle!” modunda süregelen nasihat kültürüne dayanan eğitimin bir temeli yoktu.

Bu metotla öğrencinin ne din dersini ne de başka bir dersi gerçekten kavrayabilmesini bekleyemeyiz. Sadece din dersi değil, diğer derslerde mesela yabancı dil derslerinde aldığımız sonuç ortada.

Öğrencinin kendi çabası olacak; yazacak, araştıracak, tartışacak. Ezber de yapacak. Ancak bu şimdi olduğu gibi sınavlardan geçmek amacıyla anlamsız bir şekilde olmayacak. Duaları, sureleri, şiirleri, şarkıları, türküleri önemli veciz söz ve ibareleri (mesela atasözü, ayet ve hadisleri…) ezberleyecek…

Bu yazımda ilim ve iman meselesinde konunun farklı bir boyutunu ele alacağım aslında. Problemin temeline inmek istiyorum.

Müslüman bir İngiliz olan Colin Turner Londra’da bir grupla; Afganistan’ın işgali üzerine slogan atan gurup içinde “Lailahe illallah”ı da söylüyorlardı hep birlikte. Orada geçen birisi yaklaşıp “Lailahe İllallah’ ne manaya geliyor diye soruyordu. Aldığı “Allah’tan başka ilah yok” (There is no god, But Allah) cevabı ile tatmin olmuyor, “Tercüme etmeni istemiyorum; ben bu ifadenin ‘gerçekten’ ne manaya geldiğini öğrenmek istiyorum” diyordu.

Colin, cevap veremeyince, hem mahcup olur; hem de uzun bir arayışa girer. Kitaplar okur. Ancak ne var ki tatmin edici cevaba ulaşamaz. Yıllar sürer arayışı. Görev yaptığı üniversitenin (Durham Üniversitesi) mescidinde bu arayışının farkında olan birisi kendisine Risale-i Nur eserlerinden ‘Ayetül Kübra Risalesini’ verir. Kâinattan Halikı’nı soran bir Seyyah’ın müşahedeleri yer alır bu kitapta. Atomdan galaksiye, hücreden insana tüm varlıklar kendi dilleri ile Allahı /tevhidi anlatır. Yıllardır aradığının burada olduğunu görür Colin Turner. Üstelik tevhid ve iman hakikatlerinin tüm mertebeleri ile altı bin sayfalık bir külliyatta geniş bir açılımla sunulduğunu görünce şaşkınlığı çok daha artar.

Şu ifadesi dikkatimizi çekmektedir ve esasen problemin kaynağına işaret etmektedir: “Araştırmalarımda gördüm ki, İslami kaynaklı kitaplar islamdan bahsediyor ama imandan bahsetmiyordu. Asıl mühim olan konu yoktu. Bu kitapları (Risale-i Nur) okuyuncaya kadar ben müslimdim ama mümin değildim.”

Ve yazısında şu ilginç konuyu da gündeme getirir: “Biz Allah’a inandığımız için mi Müslümanız, yoksa Müslüman olduğumuz için mi Allah’a inanıyoruz?” [1]

Durham Üniversitesi’nde çalışan bir çok kitabın yazarı Colin Turner inkârcılığın bu kadar yaygın hale geldiği ve bilimlerin inkarcılığa alet edildiği çağımızda kainatı olduğu gibi gören bir bilimsel anlayışa ihtiyaç duyulduğuna dikkat çeker.Bilimsel metotlar üzerine kurulu; bilimle dinin hakikatlerinin birlikte sunulacağı yeni bir metoda ihtiyaç olduğuna vurgu yapar. Şöyle devam eder:

Taklitle değil, tahkik yoluyla elde edilen bir imandan söz ediyorum. Aksi halde İman diye kabul ettiğim şey, gerçekte inkâr etmenin imkânsızlığından başka bir şey olmayacak. Bu durumda gençler gerçek imanla tanışamayacak.”

Bilim Kâinattaki düzen ve ahengi inkâr etmiyor; yaratılışı da kabul ediyor. Ancak bu düzen ve ahengin tesadüf sonucu ortaya çıktığına inanmamızı istiyor. Bundan sonra inanmamızı istedikleri şey ise, sebepler arasındaki mekanik münasebetler ile kâinatın varlığını devam ettirdiği iddiasıdır. Yaratılmış, aciz, cahil sebepler yaratıcı konumuna yükseltilmektedir. Tabiat, hiç yoktan ortaya çıkan kanunlar aracılığıyla, etrafımızda görüp işittiğimiz o harikulade ahenk ve muvazene içindeki sanat eserlerini icat ediyor hem de düzenin devamını sağlıyorlar. İnsanlar da tabii amaçsız olarak dünyaya gelmiş, fani aciz mahlûklar hükmüne geliyor.

Ders kitaplarının üstü örtülü ya da açıkça demek istediği de bu değil mi?

Bilimler bu şekliyle ateizm öğretisi haline gelmektedir. Aileden kazanılmış imanımız ve imanımızdan doğan kutsal değerler (dolayısıyla da ahlakımız) bu şekilde berhava olmaktadır.

Bilimin materyalizmin ve ateizmin “malı” olmadığını nasıl anlatacağız? Bilimi bu “işgalden” nasıl kurtaracağız ve onu layık olduğu “şerefli” konuma nasıl getireceğiz?

Batı’yı/Avrupa’yı değerlendirirken, karşımızda iki farklı Avrupa bulunduğunu görmeliyiz. Birinci Avrupa, bilimi metafizikten soyutlayarak, onu materyalizme, hatta ahlaksızlığa ve dünyeviliğe alet eder. İkincisi ise insani ve dini değerlere, bilime dayanan Avrupa’dır. Birinci Avrupa, ikinci Avrupa’nın başarılarının arkasına sığınarak bilimi ateist ideolojiye alet etme çabası içindedir. Birinci Avrupa’nın bilimi metafizikten soyutlayarak, onu materyalizme, hatta ahlaksızlığa ve dünyeviliğe alet etmesi sonucunda gelinen nokta vahimdir.

Bu vesile ile “İkinci Avrupa” adına çalışan İngiliz bilim adamı Filozof Roy Bhaskar’ın çalışmalarından söz etmek istiyorum.

Roy Bhaskar’ın öncülüğünü yaptığı güçlü felsefi akımla seküler bilim anlayışının bilimsel temelinin olmadığı anlatılır. Bu model “Eleştirel gerçeklik, fizikötesi gerçeklik veya gerçeklik ötesi” adları ile bilinir ve yaratılışta ilim-irade-kudret hakikati dolayısıyla tek bir Yaratıcının varlığı ve gerekliliği nazara verilir.

Bhaskar gerçekliği/hakikati üç kategoride ele alır:

(i) Hakikat, (ii) olgu ve (iii) gözlem. Kâinattaki her şeyin dayandığı bir ‘İlim ve Kudret’ hakikati vardır. Materyalist/inkârcı anlayışın nazarlardan özenle sakladığı gerçeklerdir bunlar. Gerçeğin arkasında ona şekil veren bir ilmî kalıp ve güç bulunur. “Olgu” kudretin gerçeğe şekil verme halkasıdır. Olguların gözlemlerimizle alâkası yoktur. Nitekim farkına varamadığımız birçok olgu vardır. Ancak, biz bilmesek de, onlar gerçektir. Üçüncü en dar kategori ise, gözlemlerimizden oluşan deneye dayalı bilgidir.

Bhaskar, materyalist temelli anlayışların gerçekliğin üçüncü kategorisinde kaldığını ve ötesini göremediğini söyler. Bhaskar bu konuda şöyle der: “Bu dar dairedeki gözlemlerimizin perde arkasındaki derin mekanizmaları anlamakla ancak hakikat anlaşılabilir hale gelir. Yoksa gördüğümüz düzenliliklere ‘evrensel kanunlar’ diyerek, gerçeğin aslında bu kanunlardan geldiğini söylemek büyük bir hatadır.”

Elbette kanun varsa kanun koyucu ve o kanunları işleten vardır. Çünkü kanun kendi başına iş yapamaz.

Bhaskar’a göre, modern bilim, kâinattaki kanunları gerçeklikle karıştırıyor. Düzenlilik gösteren kanunlar, algıladığımız olguları açıklayan gerçeklik olamaz. Belirli sebeplerin sürekli belirli neticelerle birlikte görülmesi, söz konusu sebeplerin o neticeleri yaptığı anlamına gelmez. Çünkü sebepler, sonuçları yapabilecek bir öze ve güce sahip değildir. Sebep-netice ilişkisi, bizim zihnî kurgumuzun ürünüdür. Gördüğümüz sebepler neticeleri yapamaz [2].

Bilimlerin çoğu kurucu zirveleri, bilimin dine hizmet etmesi, yaratılışla ilgili sırlara cevap vermesi gerektiğine dikkat çekerler. Böylece bilime doğru hedef çizerler. Din ile bilim arasında bir ayrılığın bulunmadığına vurgu yaparlar.

Felsefenin hikmetle bağının kurulması ve dolayısıyla varlığı bir bütün olarak görebilmek için yolunu açacak yerli bir metoda ihtiyaç bulunmaktadır.

Bediüzzaman’ın “Manayı harfi” yaklaşımı Felsefenin hikmetle, bilimin de metafizikle bağının yeniden tesisinde en etkili bir metot olabilir.

Bir yazıya baktığımızda dikkatimizi harflere ve kâğıda değil, harflerin birleşmesinden ortaya çıkan “manalara” yöneltiriz. Yazılmış bir mektup gibi düşündüğümüz varlığın manası, ilahi isimlerin yansıma ve tecellileridir ve “bilimsel gerçekler” aslında Allah’ın “Hak” ismine işaret eder. Mana-yı Harfi metoduna göre özellikle fen bilimlerinin kaynağı Allah’ın ‘Hakim’ ve ‘Alim’ isimleridir. “Tevhid” “iki başlılığa” izin vermemektedir.

Hâlbuki materyalizme ve ateizme alet edilen bilim dikkatleri manaya değil, harflere yöneltmektedir.

Mânâ-yı harfî; olayları hakikati ve özü ile görmek; eşyaya/varlığa hakikat, hikmet, fıtrat, fazilet vb. boyutları ile bakabilmektir. Bu amaçla da öncelikle yapılması gereken; bilimin arka planda yeniden inşa edilmesi ile bilim niceliksel alanda yatay olarak gelişirken, dikey olarak ruhanî boyutla irtibatının kurulmasıdır. Bu irtibat sayesinde niceliksel bilginin ötesine geçilecek ve fiziksel âleme ilişkin bilginin ruhanî âleme irtibatı sağlanacaktır.

Öncelikle ders kitaplarından başlamak üzere eğitimin her alanında varlığın hikmet, hakikat, fıtrat vb. boyutları ile anlatıldığı yeni bir dile ihtiyaç olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Materyalist Batının karikatür taklidi “ithal” bilim ve eğitim anlayışını terk edelim diyorum.

Bir de örnek vereyim: Fen dersleri için örnek vermek gerekirse, tabiat kanun ve nizamı olarak gözlemlediğimiz yardımlaşma-paylaşma, hayat ve diriltme, rızık ve beslenme, mükemmele gidiş, güzelleşme-süsleme, faaliyet, nizam ve düzen, denge ve adalet, terbiye ve idare, tasarım ve sanat, yaratılış, temizlik ve iktisat gibi konular var.

Bunlar aslında her biri ders kitaplarında ana müfredat konularıdır.

Yaratılış “evrim” adı altında “TESADÜF, TABİAT VE SEBEPLER denen sahte tanrılara mal ediliyor.

Amaç, bilimi hakikate ayna ve gerçeğin sesi haline getirmek; Yaratılışı “hırsızlarından” alıp gerçek hak sahibine yani Yaratıcısına vermek…

Neslimizi deizm ve ateizm bataklığından kurtarmamızın yolu bilimleri; ders kitap ve kaynakları ile seküler bilimin tanrılarının kürsüleri olmaktan kurtarmak.

Derslerin “Kâinat kitabı” okuması haline gelmesi zaten Kuran’ın ilk emri olan “Oku” ayeti ile açıklanmış değil mi?

Kuran birçok ayeti ile insanı, kâinatı bir kitap gibi okumaya davet eder ve “Yaratılış Sırlarını” anlamaya çağırır.

İşte o ayetlerden ikisi:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Casiye/13).

“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) ALLAH’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmran, 191).

[1]

[2] Collier, A., (1994), Critical Realism: An Introduction to Roy Bhaskar’s Philosophy, London: Verso.