Uzun zamandır edebiyatta gerçeklik üzerine düşünüyor ve okuma yapıyorum. Hatta, çok sevdiğim bilim-kurgu ve fantastik romanları bir kenara bırakıp, gerçeğin o kemik kıran diline yasladım kulağımı. Tabii ki yalın, çıplak gerçeklik değil; bir kalbimiz olduğunu hatırlatan seslere, gerçek hikâyelere, anılara ve günlüklere doğru yol alıyorum. İnsan, yalan da bir yere kadar, oyalanma da bir yere kadar diyor. Başka hikâyelerde kendi izimizi, kendi kan izimizi takip etmek istiyorum. Bir dile taşınıyoruz. Güveneceğimiz, gönülden konuşan, kalbinde ne varsa dilinden kalbindeki sızan insanların sözlerine kulak vermek istiyoruz. Ten testi ise, çatlağı da dili imiş.
Sibel Eraslan’ın son hikâye kitabı Ayrılık Üzüntülerin Annesidir’i dura dura, ağlaya ağlaya, iç çekerek ve çok zaman da şükür, inandığım dünyaya başka inananlar da varmış, diyerek okudum. Rasim Özdenören’in Gül Yetiştiren Adam’ı, Mustafa Kutlu’nun Beyhude Ömrüm’ü, Refik Halit Karay’ın Gurbet Hikayeleri(…) sanki hepsinin özü sıkılmış bu hikâye kitabında verilmişti. Hatta yetmemiş, hamarat kadınların, dualı kadınların nefesiyle kitap mühürlenmiş elimde bir babaanne tülbendi gibi duruyordu…
Dünya bize, dokunsak donacağımız ve baksak yanacağımız hikâyeler verir. Tabii bu daha çok dokunmak ve görmek isteyenlerin yaşadığı bir şeydir. Eğer, dünyadan murad cesedi gömülene kadar sürüklemek ve beslemek ise bizim söylediğimiz askıda kalır. Sibel Eraslan’ın kitabını okurken, dünyaya maruz kalan, kalbine dönen, mutmain, ömür çilesini başkalarına çile çektirmeden dolduran insanlar bir şerit gibi geçti gözümün önünden. Uçuruma bir kere bakan insanın yeryüzüne aynı gözle bakamayacağını bir kere daha anladım.
Kitabın adı bir şiir dizesinden ziyade; ağza vurulmuş bir mühür gibi. Hatta tüm hikâyelerin kaynağı olan o ezeli ayrılık hikâyesinden nişaneler taşıyor. İnsan o cennet bahçesinden dünyaya bırakıldığı günden beri üzgün. Ve hatta tüm mutlu günler gider, geriye sanki hiç mutlu olmamışız gibi o kırılma anı, ayrılmanın hüznü, bitişin acısı çöker. Mutluluk kısa sürer; ayrılık ise sanki sonsuzlaşır içimizde.
İzmir Caddesine Kar Yağdı hikâyesinde bir hadiseye, bir gönül yarasına her âdemin farklı bakması, anlam verme biçimlerimiz, rüyalarımızı yorumlama biçimlerimiz damgasını vurur: Rüyasını en derin yorumlayanın yarası daha derin olur.
Şems Kamer hikâyesinde bir kadının dünya kadar geniş yüreğiyle küçücük bir bahçede şükür abidesi gibi yürümesi, bize cennet annelerini hatırlatması, sanki Asiye sanki Meryem Harput’a gelmiş, oradan Munzur’a bakarken bizim de gönlümüze şifa vermiştir. “Kalbimizin kalabalık ve dalgalı olduğu günlerde” gözümüzün önüne bir Nergis Hanım gelse kalbimiz nasıl da sütliman olur. Bu bir anneannedir, bir haladır çoğu zaman. Benim aklıma ise ninem ve Ayşe Şasa gelir kalbim kabardığında…
Metinler zaman zaman şiirselleşir ve birden melek kanadı gibi bir inşirah peyda olur. İster Gabriel diyelim, ister Cebrail diyelim, bize haber getiren, hikâyeyi anlatan, dünya ağrısını yumuşatan bir melek esintisi var hem hayatta hem de hikâyelerde.
Ama Kalp Kandili yandığında… Onu söndürebilene aşk olsun! Bir isim duyunca hüngür hüngür ağlayan kadınlar tanıdım. Bir isim duyunca birden kala kalan adamlar tanıdım. Hepsi Kalp Kandili yanmış olan Artin Efendi’de mücessem bir şekilde karşımda durdu.
Melek Hışırtısı’nda ayrılıklardan gamlı tüm kızlar adına bir sır veren yüzü her dem başka bir hal alan otogardaki kız: “Sevginin hakikatine varanlar şehitlik defterine yazılırlar!” Sahi, sevginin ne olduğunu anlayabilsek dünya denilen bu ayrılık, firak yurdu belki de sadece bir durak olmaktan öteye geçmeyecek…
Kitap hakkında daha fazla sır vermek istemiyorum. Ama, kalbin kıymetini bilen ve gönlüyle yazan bir yazar Sibel Eraslan. Ve inanıyorum ki her okuyucu kitaba gözünü değdirdiğinde orada “bir kalbiniz var ve bu bir mucize” gerçeğiyle karşılaşacak.