Ben az olanın çok olandan daha kıymetli olduğuna inananlardanım kâri. Ve bizi kurtaracak ya da düştüğümüz anda kaldıracak olanın saf bir iman olduğuna inananlardanım. Para, güç, makam… Bunların her birinin batacak ve bitecek olma ihtimalini bilerek hiç bitmeyecek bir kudretin egemenliğine inanıyorum. Lakin buna inanmanın yanında eksik olduğumuzu, noksan olduğumuzu ve bazı şeyleri ceketimizin ceplerinde kaybettiğimizi de biliyorum. Bana öyle geliyor ki son zamanlarda hatta son birkaç on senede kaybettiğimiz ama fark etmediğimiz en büyük ve en kıymetli hazinemizin edep ve iffet olduğuna inanıyorum ben.  

Ve ben ne vakit kaybettiğimize inandığım bu cevheri hatırlatacak ve beni utandıracak bir şeyler görsem bir kuyunun kenarına düşüyor gibi oluyorum. Ve kuyu, edep, iffet her biri ve her zaman Hz. Yusuf’u hatırlatıyor bana. Sema seyre dalmış, sanki bana bakıyor. Yıldızlar kaç tane sayamıyorum. Efsun tutuşturulmuş sanki dilime, konuşamıyorum. Kelam kayıp… Gökte yıldızlar beni seyrediyor. Ben kendime bigâne… Var mıyım, yok muyum bilemiyorum. Dilimde ateşe çalan sözler, sesler dimağımda ama tek kelam edemiyorum. Nefesim yanıyor bu kuyu başında, lisanım yanıyor, yıldızlar beni bekliyor da felek yanıyor. Üzerime geçirdiğim tozlu gömlek yanıyor. Hz. Yusuf’un kıssasında kaybolmuş kendimi buluyorum.

Neden sonra bir ışık geliyor kuyudan. Gözlerimi içine dikiyorum. Ah aynı koku… Gül mü yanıyor? Bir bir düşüyor kelimeler dilime. Bir nazar ediyorum ki bir yıldız düşmüş kuyuya. Bedenimden söküyorum sanki gömleği, bembeyaz kuyuya atıyorum. Toprak beni çekiyor, geçeğe mi batıyorum?

Kuyuda yatıyor manası bu tabirsiz düşümün. Bu lisansız sözümün kelimeleri orada duruyor. Taşlara tutunup haykırıyorum. Sesim yanıyor. Kulağıma aksi vuruyor kendi harflerimin. Uyanıyor muyum? Son kez haykırıyorum. Fezada yıldızlar tutuşuyor. Pervaneler uçuşuyor gölgemin izinde. Cennet kokusu var sanki nefesimde. Sesim sayhalaşıyor. Kuyuda bir yıldız, haykırıyorum;

Yusuf, orada mısın?

Sonra etrafımda gördüğüm onca utandıran hale bakıp acırken canım bu vakitte de edebinden başını yerden kaldıramayan, susan konuşamayan, iffeti bir gömlek gibi üzerine geçirmiş insanlar görüyor ve yüzlerine söyleyemesem de kendi kendime şöyle söylerken buluyorum;

Sen bir Yusuf’sun… İyi dinle duyduğunu. Kulaklarında asılı olan o ses bir münadinin sesi. Yoksa esir pazarında Hz. Yusuf mu satılıyor? Ya o koynunda taşıdığı Yusuf’un; iffet mi? İyi bak! Güzelliğe en çok iffet yakışıyor.

Ellerini kokla bak Yusuf gibi kokuyorsun. Dilindeki söze bak onun lisanından okuyorsun. Sır bu. Bir Yusuf önce kuyuya düşecek ve sonra makama erecek. Onlar düşürdü kendi Yusuflarını kuyuya. Üzerinde bir yığın taş, duvarlar kara kara. Sen bırak gözlerini gökte yazılanı okusun. İffet yaz kâğıtlara, sen bir Yusuf’sun.

Ama utanıyorum sonra, alışmış olduğuma ve bazı şeylerin sıradanlaştığına utanıyorum. Ve kitapta yazan cümle bir tokat olup çarpıyor yüzüme:

“Edepsizlik edep olmuş” diyor…

Susuyorum…