İnsan kalabalıklarını “millet” yapan ve “millet olma şuuru”nu besleyen kıymetlerin başında “kültür” “toprak” ve “ülkü birliği” gelmektedir.
Kültür; bir topluluğu millet yapan din, dil, töre ve maddi kıymetlerdir. Kültür, bir toplumda kurumlaşır, dünya milletleri arasında kabul görürse “medeniyet”ler doğar.
Toprak; uğruna her şeyden aziz olan canlar feda edilmişse “vatan” olur.
Ülkü birliği ise, kader birliğidir. Kader birliği etmiş, iyi günde, kötü günde, neşede ve kederde birlikte olan insanlardan oluşan bir topluluk, sıradan bir topluluk değil, bir “millet”tir.
Dil birliği, millet olmanın en önemli göstergelerinden biridir. İnsanlar ancak kelimelerle düşünürler; “dil” aracılığıyla konuşup, anlaşabilirler, bir birlik oluşturabilirler.
Dil, “lafzı ve ruhu”yla hayat bulur, yaşar. Lafız, dilin “kelimeler”i, ruhu ise “millet aidiyeti”dir. Aidiyetten, milletin kıymetlerinden uzak bir dil, ruhunu kaybeder, yabancı dillerin istilasına uğrar.
Bir dil, kelimeleriyle cümle yapısıyla, güzel ve özlü sözleriyle, atasözü ve nihayet şiiri, romanı, hikâyesiyle canlılığını devam ettirebilir; şairi, yazarı, hikâyecisi ve romancısıyla ayakta durur, gelişir. İnsanlar dil ile düşünür, kelimelerle konuşurlar. Dil, arı duru, berrak olmadıkça, sağlıklı düşünce üretmek, eser vermek mümkün değildir.
Ünlü Çin filozofu Konfüçyüs’e; “Bir ülkeyi idare etmeye çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?” diye sormuşlar. Konfüçyüs, şöyle cevap vermiş: “İşe önce dili düzeltmekle başlardım. Çünkü dil bozulursa, kelimeler düşünceyi anlatamaz. Düşünceler iyi anlatılamazsa, yapılması gereken işler yapılamaz. Görevler gereği gibi yapılamazsa, töre ve düzen bozulur. Töre ve düzen bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. Bunun içindir ki, hiçbir şey dil kadar önemli değildir.”
Bugün şehirlerimizle, vakıflarımızla, gençlerimizle birlikte, dilimizi de kaybediyoruz. Toplumumuz, yarınlarımızın teminatı olan gençlerimiz, yüz elli-iki yüz kelimeye mahkûm edilmektedir. Dilimiz, yabancı kelimelerin işgali altındadır. Sadece büyükşehirlerimizde değil, en küçük kasabamızda bile bunun çok sayıda örneği görülebilir. Hatta daha ileri gidilerek iddia edilebilir ki, sadece işyerlerinin tabelalarına bakmak bile yeterli olabilir.
Televizyonlar, radyolar, gazete ve dergiler ne kadar yazık ki bu konuda gereken itinayı göstermek bir tarafa, dilimizi bozucu, daraltıcı ve yabancılaştırıcı bir rol oynamaktadır. Ancak, dildeki bozulma ve kirlenme sadece radyolar ve televizyonlarla sınırlı kalmamakta, bizzat sorumlular eliyle de yürütülmektedir; “ yabancı dilde eğitim” yapılmaktadır.
Yabancı dilde eğitim, bilinenin aksine yalnızca Türkçe konuşmaya değil, Türkçe düşünmeye bile engel olmaktadır. Diğer ülkelerle, milletlerle ilişkilerimizin devam ettirilebilmesi, bilim ve teknoloji alanındaki yeniliklerin takip edilmesi ve benzeri amaçlarla yabancı dil öğrenilmelidir. Ancak bu hiçbir zaman yabancı dilde eğitime dönüşmemelidir.
Biz, Nihat Sami Banarlı’nın dediği gibi: “Bir taraftan Tuna boylarından ses almış, öte yanda Afrika ülkelerine yayılmış, Kafkas dağlarından, Nil suyunun akışından Türkçe’ye sesler getirmişiz.”
Yaşanmış muhkem bir mazimiz, yaşanmamış muhayyel bir geleceğimiz var. Biz bu toprakları dilimizle fethettik. Yesevi, Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş önce “dile geldi”, bu dil nice nasihat oldu, merhamete dönüştü. Bu dil nice kahramana şevk verdi, mertlik oldu. Hazık bir hekimin dilinde gözlere nur, gönüllere sürur oldu. Nice buyruk oldu, hakanların dudaklarında emir, ferman oldu, ülkeler fethetti. Nice ninniler oldu, anaların ağzında; bebeler dinledi, büyüdü, Mehmet oldu. “Bir ahhh ile bu âlemi viran etti” ve nihayet beşer ruhu üzerinde bir saltanat tesis etti.
Türkçe’de çok hızlı bir değişim gözlenmektedir. Bunun temel sebeplerinden biri, nüfusumuzun çok genç bir yapıya sahip oluşudur. Genç insanlar, sürekli olarak hareket halindedir, her alandaki tüketimi yüksek miktardadır. Ulaşım ve haberleşme imkânlarının gelişmiş olması, toplumumuzun dış etkilere açık olması da dildeki bu değişimi hızlandırmaktadır.
Dil değişip, gelişmez mi? Dil, elbette değişip gelişecektir. Ancak, önemli olan dilin kurallarına göre değişmesi ve gelişmesidir. Türk dili, matematik gibi belirli kuralları olan bir dildir. Türkçe, “zengin anlatımlı” bir dildir. Bu zenginlik, tek tek kelime yapılarından, kelime öbeklerinden ileri gelmektedir. Kelimelerin kökü, eki, çekimi belirli kurallara bağlıdır. Cümlenin kuruluşu bir düzen içinde olur. Özne-fiil ilişkisi, zarf, edat, sıfat ve zamirin cümle yapısı içindeki yeri bellidir. Bu sebeple yeni kelime üretilmesi ve kelime türetilmesi bu kurallar dikkate alınarak yapılmalıdır.
Ancak her şeye rağmen, yabancı kelimelerin karşılıklarının bulunması, yeni kelime üretilmesi ve kelimelerin türetilmesi tek merkezden yürütülmelidir. Bu konuda tek yetkili idare, Türk Dil Kurumu olmalıdır. Türk Dil Kurumu’nun yaptığı iş kadar, tarihi mirası ve hatırası da bizim için kıymetlidir. Kurum’un yapacağı işler büyük, yükü ağırdır. Dil Kurumu, her açıdan güçlendirilmeli, çalışmalarının kamuoyuna ulaştırılması, topluma mal edilebilmesi için gayret sarf edilmelidir. Ancak kurum da çalışmalarında milletimizin hassasiyetlerini paylaşmalıdır. Unutulmamalıdır ki, bugün kuruma yönelik yapılan eleştirilerin başında, özellikle yabancı kelimelere karşılık olarak bulunan kelimelerin, “toplum tarafından kabul edilmemesi” gelmektedir.
Paris’e gittiğinizde, yüksek kubbeli, taşla inşa edilmiş gösterişli bir binayı biraz yüksekçe her yerden görebilirsiniz. Mimarisiyle de dikkat çeken bu bina “Fransız Dil Kurumu”dur. Bu gösterişli binada çalışmalarını yürüten Fransız Dil Kurumu, her yıl Fransız sözlüğüne girecek yeni kelimeleri tespit eder ve sözlüğe sadece o kelimeler girebilir. Fransızlar’ın kendi dilleri için gösterdiği bu dikkat ve kıymete Türk dili de fazlasıyla layıktır.
Dil’de meydana gelebilecek bir bozulma ve yabancılaşma, öncelikle kültürümüzü miras olarak devralacak nesle faydalı olmayacaktır: Dualar, beddualar, mevlitler, alkış ve kargışlar, ninniler, türküler, toylar, baraklar, bozlaklar, ağıtlar, sanat musikisi şaheserleri hakkıyla anlaşılamayacaktır.
Fuat Köprülü, “Türk tarihinin bütün eserleri terazinin bir kefesine, Dede Korkut hikâyeleri diğer kefesine konulsa, Dede Korkut hikâyeleri yine ağır gelir” demiştir.
Bugüne kadar kaç Dede Korkut hikâyesi okuduk?
Bugün kaç gencimiz, “Dua dua, eller karıncalanmış, Yıldızlar avuçta gök parçalanmış” tasavvurunun bilincinde olarak dua ediyor.
Kaç genç annemiz, bebeğine en güzel ninnileri söylüyor? Hangi genç annemize, annesinden kaç ninni miras kalmıştır?
Kaçımız, hangi ağıtı dinleyerek ağlayabiliyoruz?
Kim, hangi tatyanı dinleyerek maziyi yad ediyor, bozlakla hüzünleniyor?
Hangimiz bir Türk musikisi şaheserinin beste ve güftesini merak ediyoruz, nağmesine kulak veriyoruz?
Kaç destan okunuyor, kaç hikâye, kaç masal yazılıyor?
Kaç mani biliyoruz?
En son ne zaman bir Ortaoyunu okuduk veya bir Hacivat-Karagöz oyunundaki toplumun gerçeklerini düşündük?
Bunların hepsi ancak “dil” ile mümkündür. Kültür, dil ile anlatılır, aktarılır; dil sizi hüzünlendirir, ağlatır, düşündürür veya güldürür. Dilinizi sevmiyorsanız, dilinize hakim değilseniz, yapacak hiçbir şey yoktur: Çünkü sizi hiçbir şey hüzünlendiremez, ağlatamaz, güldüremez ve hiçbir şey sizi düşünmeye sevk edemez. Düşünmeyen fertlerden oluşan bir toplumun iradesinden bahsetmek mümkün değildir. Sağlıklı düşünemeyen insan ve toplumlar “yönetemez”, “yönetilmek” onlar için mukadder olur.
Dilinize hakim olduğunuz ölçüde hayatınızdan haz alırsınız. Neşet Ertaş, “İki büyük nimetim var/Biri anam, biri yarim/İkisine de hürmetim var/Biri var etti beni, biri yar etti beni/Ana deyip de geçilmez/O yar anadan seçilmez/İki büyük nimetim var/ Biri anam biri yârim” diyor. Dilinize hakim değilseniz, bu kadar güzel bir türküyü nasıl söyleyebilirsiniz?
Hayatın gerçeklerini “Geçme namert köprüsünden, ko aparsın su seni/ Yatma tilki gölgesinde, ko yesin aslan seni” manisinden daha özlü bir şekilde nasıl ifade edebilirsiniz?
“Mert dayanır, namert kaçar; meydan gümbür, gümbürlenir/Şahlar şahı divan açar, divan gümbür, gümbürlenir/Ok atılır kal’asından, hak saklasın belasından/Köroğlu’nun narasından, her yan gümbür, gümbürlenir” diyen Köroğlu’nu nasıl duyabilirsiniz?
“Değirmende doğan fare, gök gürültüsünden korkmaz” uyarısını yapan bu atasözünün güzelliğine bakar mısınız, manasını lütfen bir an olsun düşünür müsünüz? Dilinin inceliklerini bilmeyen bir ferdin, bir toplumun, bu güzellikleri ortaya çıkarması mümkün müdür?
Bütün bu kıymetler dil ile yaşar, dil ile hayatiyetini devam ettirir. Türk dili, dünyanın en eski ve en yaygın beş dilinden biridir. Üç yüz elli milyonu aşkın insan, Türk dilinin çeşitli kollarını konuşmaktadır. Ancak bugün Türk boyları arasında bir dil birliğinden bahsetmek henüz mümkün değildir. “Dilde, fikirde, işte birlik” şiarıyla dil birliğinin önemi üzerinde duran ve hayatını bu işe vakfeden Üstad-ı Ekrem İsmail Gaspıralı’yı rahmet ve minnetle yad ediyoruz. Biliyoruz ki, dil’de birlik olmadan fikirde de, iş’te de birlik olmaz; birlik olmayan yerde dirlik olmaz!
Çeşitli Türk boyları arasında, muhtelif sebeplerle ve tamamen yapay olarak üretilmiş olan farklılıklar ortadan kaldırılarak, dil birliği sağlanmalıdır. Bilinmelidir ki, “Özbek, Türkmen, Uygur, Tatar, Azer bir boydur; Karakalpak, Kırgız, Kazak bunlar bir soydur… Özbekistan, Türkmenistan diye kurmuşlar, Anayurdum Türkistan’ı bölüp koymuşlar.”
Kültürel kıymetlerimiz, dış kaynaklı etkilere açıktır. Bu etkiler, çoğu zaman temas ettiği kıymetlerimizi bozucu ve hatta yıkıcı bir niteliğe sahiptir. Bir zamanlar at koşturduğumuz topraklardaki hanlar, hamamlar, köprüler, kervansaraylar acımasızca yok edilmektedir. Bir numune olarak belirtmek gerekir ki, yakın zamanda Suudi hükümeti, aldığı bir kararla Ecyad Kalesi’ni yıktırmıştır. Diline sahip çıkmayan bir milletin, Ecyad Kalesi’ne sahip çıkması mümkün müdür? Hayır değildir, sahip çıkamamıştır zaten.
Napolyon, “Fransa’nın sınırları, Fransızca’nın konuşulduğu yerlerdir” diyecek kadar ileri gitmiştir. Dil ile bir ülkenin sınırlarını eş tutan bir anlayış, hadisenin ne kadar ciddi olduğunun farkındadır.
Türk dilinin korunması için kanun çıkarılmalıdır. Fransa, Napolyon’dan yaklaşık bir asır sonra, Fransız dilinin korunması için kanun çıkarmıştır. Niyetleri pek şüpheli bir kısım mihraklar, “Dil, kanunla korunur mu?” diyeceklerdir. Evet, dil kanunla korunur, korunmalıdır. Ancak bu yapılırken de hiçbir zaman aşırılıklara başvurulmamalıdır. Dilimize yabancı kelimeleri sokmamak kadar, mevcut kelimelerin “öztürkçeleştirilmesi” adı altında aşırılıklara meydan verilmemesi de önemlidir.
Hayattan kopuk bir “kelime uydurma” hareketi başarılı olamaz. Bu yöndeki çabalara “Öztürkçeleştirme hareketi” demiyoruz, doğrudan “uydurma hareketi” diyoruz. Bilinmelidir ki, halktan kopuk, halkın dilinden, töresinden, geleneğinden uzak, halk irfanında karşılık bulmayan hiçbir icraat başarılı olamaz. Sırça köşklerde, zümrüt tahtlarda ahkâm keserek dil sadeleştirilemez.
Bir Kaşgarlı Mahmud çıkmalıdır. Bütün Oğuz boyları arasında konuşulan Türkçe üzerinde çalışmalıdır; Divanü Lügat-it Türk’ü derlemelidir.
Bir Âşık Paşa çıkmalıdır, “Türk diline kimsene bakmaz idi/ Türklere hergiz gönül akmaz idi “ demeli ve Garib-Nâme’yi yazmalıdır.
“Bu günden sonra, dîvanda, dergâhta, bârgâhta, mecliste, meydanda Türkçe’den başka dil konuşulmaya” diyen Karamanoğlu Mehmet Bey gibi bir “devletlu” zuhur etmeli, bütün Türk yurduna emir ferman salmalıdır.
“Türkçe benim ses bayrağımdır” diyen Fazıl Hüsnü Dağlarca çıkmalı, yine dilini bayraklaştırmalıdır.
Yahya Kemal yeniden doğmalı, “Bu dil, ağzımda annemin sütüdür” demeli, Cemil Meriç “Kamus, namustur” düsturunu yeniden koymalıdır.
“Kelimelerin serdarı” Süleyman Nazif, Türk dilinin kıymetlerinden vazgeçmeyen Tarık Buğra yeniden yazmalıdır.
Dilimizin büyük sevdalısı Ziyaeddin Fahri Fındıklıoğlu, Fransızca’dan Türçemize bulaşan “-sel” ve “-sal” ekleri için, “Türkçemizi “-sal”a bindirdiler “-sel”e verdiler!” diye hayıflanmalıdır.
Toplumumuza dayatılan uydurukçayı reddederek “Kurbağa dili” diyen Necip Fazıl şiir yazmalıdır.
Osman Yüksel Serdengeçti’ye yeniden ruh üflenmeli, “Mabedsiz şehirlerde” “bir nesli nasıl mahvettiler” diye sormalıdır. “Akdeniz hilalindir” diye üç kıta, yedi iklime ilan etmeli, bizi yeniden heyecanlandırmalıdır.
Yavuz Bülent Bakiler “Muharebe meydanlarında kazandıklarımızı, yabancı dille eğitim yapan okullarda kaybetmemeliyiz” diye yeniden haykırmalıdır…