Ramazan ile ilgili bir şeyler yazmayı hep istemişimdir. Ama hiçbir vakit mahyalarda yazılı olan “Hoş Geldin Ya Şehr-i Ramazan” cümlesinden daha manidar bir cümle yazamayacağım için imtina ettim yazmaktan. İnsan aczini bilince yazmaya gücü yetmiyor. Yani gerçekten o kadar da kolay olmuyor kâri. Hakkını verememekten korkuyor insan. Demem o ki zor oluyor. Kendi günahlarımı hatalarımı, eksiklerimi bilerek yazıyorum bunları. İnsanın kendi günahlarını unuturcasına, hatalarını yok sayarcasına yazması garip şey. Çoğu zaman utanıyorum, bazen kendime katlanarak yazıyorum hepsini. Ademoğlunun kendine tahammül etmesi ne zor, ne tuhaf! Mahcup kalıyorum. Ha bir de şu var ki mahcup olabildiğime de şükrediyorum ben kâri.

Şimdi bir Ramazan günü ve hatta ilk günü Ramazan’ın, iftar vaktine birkaç saat kala biraz yorgun bedenle ve hasretini çekerek demli bir bardak çayın sana bir mektup tadında birkaç cümle yazmaya niyet ettim. Ramazan denince havsalama düşenleri söylemeye meylettim. Ama şu da var ki oruçlu geçirdiğim günlerin hep acı bir tadı var hafızamda zira senelerce hep yalnız başına iftar ettim ve o vakitlerde her daim bir cümle düşüverdi zihnime bir kâtibin kitabından; “Ramazan’da yalnız başına iftar edenden daha yalnız kimse yoktur.” İnşallah sen yalnız başına geçirmiyorsundur o ilk yudum suyu boğazından. Değilse üzülürüm kâri.

Senin de hatrına benim gibi Ramazan denince bir kış günü -ki ben yaştakilerin çocukluğu karlı Ramazanlarla bezenmiştir-, susam ve kepek kokan pide fırınları, sonra bilmem hangi camiin iki minaresi arasına asılmış bir mahya yazısı ya da çocukluğunun masumiyetiyle niyetlendiğin tekne orucu belki, he bir de ufak yaşında gittiğin teravih namazında saflar arasında koştururken yaşlı bir elin ensene indirdiği bir sille gelir mi? Ama canın acımaz hiç, sadece utanırsın. Zira utanabilecek yaştasındır. Utanmak, yaşla da alakalı, zamanla da Ramazanla da… Ramazan, oruç, sabır… Hepsi çocuk yaşta zerk edilir Müslüman bir çocuğun damarlarına, sen de bilirsin.

Ramazan çocukken bir başka güzeldi. Büyüdük çocukluğumuzu da kirlettik sanki. Ya da daha acımasızdık; katlettik belki ama yine de Ramazan’ın ne olduğunu görmek için teravih namazında saflar arasında koşuşturan küçük bir çocuğun gözlerinin ta içine bakmak gerekir kanaatimce. Ramazan işte tam da orada saklanmış duruyor. Bazen bir Anadolu köyünün ufak, tenha, maneviyat dolu camiinde ya da büyük bir şehrin haşmetli, ulu bir camiinde gözlerinde ramazan kandilleri yanan masum çocuklar vardır. O masum çocuklar ki ne riyayı bilirler ne sevabı ne de farzı… sırf masumiyettir onlar için Ramazan.

Çok daha eskilere götürüyor zihnim düşüncelerimi. Eski vakitler, diş kirası, fakir fukara sadakası, telefon alarmıyla değil davul sesiyle uyanan insanlar, bayramdan ziyade orucu bekleyenler belki, taş döşeli sokaklarda geceleri yanan kandiller, sonra eller, kınalı eller ve dua ile dua kokan diller. Eski vakitleri özlüyorum kâri. Dedemin dizine başımı koyup ya da taklit ederek onu gittiğim teravih namazlarını yahut tam ezber edememiş olmama rağmen bağırarak söylediğim Itri kokan salavatları. Ben Ramazan’ı özlüyorum, dedemi özlüyorum, çocukluğumu özlüyorum ey canım kâri.

Ey Şehr-i Ramazan hoş geldin. Ama ben o eski masum çocuk değilim ve olamıyorum. Aksakallarına çocukluğumu yazdığım dedem ellerimden tutmadan eski ramazanlara düşüremiyorum gönlümü. Mahcubum…