Geçtiğimiz hafta İsrail gazetelerinin nerdeyse hepsinde yer alan bir haber dikkatimi çekti. Haberlere göre İsrail, İsveç’in Göteborg Üniversitesi bünyesinde yer alan V-Dem Enstitüsü tarafından her yıl yayınlanan ve 200 ülkenin demokrasi kalitelerinin çeşitli kriterlere tabi tutularak ölçüldüğü Demokrasi Raporu’nda, son 50 yıldır bulunduğu listenin en tepesi olan “liberal demokrasiler” kategorisinden düşerek “seçimli demokrasiler” kategorisine gerilemiş.
Bu haber üzerine İsrail’in neden listenin en tepesindeki liberal demokrasiler kategorisinden düştüğünü öğrenmek için bahse konu raporu inceledim. Raporun linkini incelemek isteyenler için buraya bırakıyorum. (https://www.v-dem.net/documents/44/v-dem_dr2024 highres.pdf)
Rapora göre, İsrail’in demokrasi sıralamasında geriye gitmesinin yegâne sebebi, geçtiğimiz yıl Netanyahu hükûmeti tarafından kotarılan yargı reformu veya diğer bir adıyla ifade etmek gerekirse yargı darbesiymiş.
Hatırlanacağı üzere Netanyahu hükûmeti güvenoyu alır almaz, ilk iş olarak meclise yargı reformu tasarısı olarak bilinen düzenlemeyi getirmişti. Yüksek mahkemeye yargıç seçimini düzenleyen ve hükûmete bu konuda daha fazla imkân tanıyan tasarıda; yüksek mahkemenin yetkilerine de kısıtlama getiriliyor ve böylelikle yüksek mahkemenin “temel kanun” olarak isimlendirilen yasaları denetlemesi veya iptal etmesi engelleniyordu.
Hâl böyle olunca, ülkedeki güçler ayrılığı prensibinin zarar göreceğini ve denge-denetleme mekanizmasının bozularak hükûmetin tasarruflarının yargı denetiminden kaçırılacağını ileri süren kesimler sokağa çıkarak protestolara başlamışlardı. Hükûmetin bu konuda yeterli güvenceyi verememesi nedeniyle protestolar dozunu artırmış ve durum ülke genelinde sivil itaatsizliğe dönüşmüştü.
Nihayetinde Netanyahu Mart 2023’te tasarının geri çekildiğini söylemiş ve tepkiler kısmen de olsa hafiflemişti. Ancak hükûmet, bütçe kanununu geçirip elini rahatlattıktan sonra yaz döneminde bu tasarıyı tekrar meclise sunmuştu. Makul sebep yasası olarak da isimlendirilen yeni tasarıda sadece ufak tefek rötuşlar yapılmış ama kanunun özü öncekiyle aynı kalmıştı.
Yani yüksek mahkemenin kanunlar üzerindeki denetimi nispeten azaltılıyor, anayasa hükmünde olan “temel kanunlar” için ise tamamen kaldırılıyordu. Ayrıca hükûmete ve mecliste grubu bulunan siyasi partilere, yüksek mahkemeye atanacak hâkimlerin belirlenmesi için daha fazla kontenjan veriliyordu.
Raporda bu düzenlemeye atıf yapılarak siyasetin yargı bağımsızlığına müdahale ettiğinin ve vesayet altına aldığının altı çiziliyor ve bu nedenle de İsrail’in liberal demokrasiler kategorisinden seçimli demokrasiler kategorisine düşürüldüğü yazıyordu.
Yani İsrail’in liberal demokrasiler kategorisinden düşürülmesinin sebebi, altı aydır devam eden Gazze saldırıları ve burada işlediği soykırım suçu değilmiş de kamuoyunda yargı reformu olarak bilinen düzenleme imiş.
Evet, demokrasilerde yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı olmazsa olmaz kriterlerden birisidir ve mutlaka bu konuya hassasiyet göstermek gerekir ama mart ayında açıklanan bu raporda, İsrail’in 7 Ekim’den itibaren devam eden Gazze saldırılarına hiç atıf yapılmadan, sadece yargı reformu nedeniyle bir kategori düşürülmesi söz konusu oluyorsa bu değerlendirme sisteminin veya belirlenen kriterlerin yetersiz ve problemli olduğunu gösterir.
Demek ki neymiş?
Bir devlet altı ayda 32 binden fazla sivili öldürüp 72 binden fazlasını yaralayarak bir ırka yönelik açık ve net bir şekilde soykırım uygulasa bile demokratik bir ülke olarak kabul görebiliyormuş.
Hem de 45 kilometrekarelik bir alanda yaşamak zorunda bırakılan 2,3 milyon insanın tepesine 70 bin tondan fazla bomba atıp evlerin, okulların, camilerin ve kiliselerin de arasında bulunduğu üstyapının yüzde 80’ini yıkarak 1,5 milyon insanı yerlerinden edip, kendi vatanında göçebeye çevirerek açlığa mahkûm eden bir demokrasi(!)
Öyle bir demokrasi ki aleyhinde Uluslararası Adalet Divanı’nda soykırım davası açılmış ve mahkeme, verdiği ara kararda soykırım suçu işlendiğine dair kuvvetli deliller olduğunu belirterek davayı kabul etmiş ve acımasızca saldırılan Gazze halkının telafisi mümkün olmayacak zararlara uğramaması için soykırım suçu mahiyetindeki eylemlerin önlenmesine hükmedilmiş.
Gelin görün ki bu ülke, yüzde 98’i sözde “kapalı otoriterlik” ve “seçimli otoritelik” rejimleri idaresinde olan Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesinde yer alıyor ve bu hâliyle de bölgenin tek demokrasisiymiş…
Buna rağmen, 7 Ekim’den beri Gazze’ye yönelik saldırıların durdurulması için büyük çaba sarf eden ve elindeki tüm diplomatik imkânları kullanarak tarafları ateşkes masasına oturtmaya çalışan Türkiye, bu raporda “seçimli otoriterlik” olarak tanımlanmıştır. İsrail demokrasi listesinde 44. sırada yer alırken Türkiye ancak 140. sırada kendine yer bulabilmiştir.
İşte İsveç gibi sözde demokratik değerleri çok yüksek olan, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne saygılı bir Avrupa ülkesindeki güzide bir üniversite bünyesinde faaliyet gösteren enstitüdeki araştırmacıların demokrasi algısı bu kadarmış.
75 yıldır Filistin topraklarını işgal altında tutan, yıllara sâri olarak on binlerce Filistinliyi katledip topraklarına çöken ve 2007’den beri Gazze’ye abluka uygulayarak açık hava hapishanesine çeviren İsrail, demokrasi listesinin en üst kategorisinde yer alabiliyor.
Oysa hiçbir Birleşmiş Milletler kararına uymayan, en son Gazze’ye yönelik saldırılarında görüldüğü üzere savaş hukukunu da askıya alıp çocuk, kadın veya yaşlı demeden karşısına çıkan bütün Filistinlileri öldüren İsrail’in, bırakın bu listenin en üstünde olmasını, değerlendirmeye dahi alınmaması gerekmez miydi? Hadi değerlendirmeye aldınız diyelim, o zaman da demokrasi skalasının en alt kategorisinde hatta demokratik olmayan ülke statüsünde olması daha uygun olmaz mıydı?
Madem Gazze’deki 32 binden fazla insanın kanı elinde olan ve soykırım gibi en aşağılık suçlardan biriyle yargılanan, muhtemelen de yargılama sonunda soykırımdan dolayı hüküm giyip damgalanacak olan İsrail, 2024 yılı demokrasi listesinin en üstlerinde yer aldı. Bu liste, sözde insan hakları şampiyonu olan İsveç’in ve Göteborg Üniversitesinin ayıbı olarak hafızlarımızda dursun.
Belki bir gün, kendilerinin içselleştiremedikleri insan hakları, hukukun üstünlüğü ve özgürlükler gibi hiç olmadık gerekçelerle Türkiye’yi eleştireceklere söyleyecek bir çift lafımız olur.