İsrail’in 1982-2000 yılları arasındaki Lübnan’ın güneyinde sürdürdüğü işgal sırasında, İsrail işgalini sonlandırmak maksadıyla kurulan Hizbullah’ın 1992’den itibaren genel sekreterliğini yapmakta olan Hasan Nasrallah, 27 Eylül 2024 tarihinde Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta genellikle Hizbullah üyelerinin yaşadığı bilinen Dahiye semtinde, Hizbullah’ın karargâhı olduğu ileri sürülen bir binaya İsrail uçakları tarafından gerçekleştirilen hava saldırısında öldürüldü.

Nasrallah’ın öldürülmesine giden süreç

Hizbullah’ın Şeyh Suphi Tufeyl ve Abbas Musevi’den sonra üçüncü genel sekreteri olan Nasrallah, bu görevi sürdürdüğü 32 yıl boyunca Hizbullah’ın büyüyüp gelişmesinde büyük rol oynarken aynı zamanda örgütü kuruluş felsefesi olan Lübnan’ın korunması misyonundan da uzaklaştıran ve İran’a yaklaştıran, hatta İran’ın uydusu hâline getiren kişi olarak anılmaktadır.

Nasrallah, Hizbullah’ın sadece siyasi liderliğini değil, dini liderliğini de yapmıştır. Bu yönüyle Hizbullah’ın manevi kurucusu olarak kabul edilen Şeyh Muhammed Fadlallah’dan bile daha çok itibar edilen kişi olmuştur. Özellikle İsrail’in 2000’de Lübnan’dan çekilmesi ve 2006 savaşında Hizbullah’ın İsrail’e karşı bir zafer kazanması, Nasrallah’ın örgüt üzerindeki otoritesini artırırken Hizbullah dışındaki grupların da saygısını kazanmasına yol açmıştır.

Ancak Nasrallah’ın 2011’de başlayan Suriye iç savaşında, İran’ın da telkiniyle Esed’e destek vermek için bölgeye güç göndermesi ve Suriye’ye gelen Hizbullah mensubu Şii milislerin DEAŞ ve El Nusra gibi terör örgütlerine karşı mücadele etmelerinin yanı sıra, sadece daha fazla hak ve özgürlük isteyen muhalif Sünni Müslümanlara yönelik uyguladıkları türlü işkenceler ve korkunç katliamlardan sonra; hem Nasrallah hem de Hizbullah, gerek Lübnan’daki gerekse de diğer ülkelerdeki desteğini kaybetmiş ve sadece Şiilerin itibar ettiği bir aktör hâline gelmiştir.

Aynı Nasrallah, İsrail’in 7 Ekim’deki Aksa Tufanı saldırısından sonra başlattığı Gazze’ye yönelik saldırıların durdurulması için 8 Ekim’den itibaren İsrail’e yönelik yıpratma savaşı başlattıklarını açıklamış olsa da İsrail’e karşı ikinci cepheyi fiilen açmayarak İsrail’in Gazze’deki işini kolaylaştırmıştır.

Fakat Hizbullah’ın düşük profilli de olsa İsrail’e yönelik saldırıları, İsrail’in Lübnan sınırına yakın kuzey bölgesini güvenlik gerekçesiyle tahliye etmesine yol açmış ve bu durum İsrail’in, Hizbullah’ı Hamas’tan sonra hedef tahtasına oturtmasına yol açmıştır.

Nihayetinde Gazze’deki hedeflerine kısmen de olsa ulaştığını düşünen İsrail, rotasını kuzeye çevirmiş ve 2006 savaşının sona ermesini sağlayan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararının tam olarak uygulanmasını sağlamak üzere Hizbullah’tan; Litani Nehri’nin kuzeyine çekilmesini, Hamas’a verdiği desteği sonlandırmasını ve İsrail’e yönelik herhangi bir saldırı düzenlememesini talep etmiştir.

Ancak Hizbullah, İsrail’in Gazze saldırıları sona erene kadar Hamas’a destek vereceğini ve İsrail’e yönelik saldırılara devam edeceğini bildirmiştir.

Bu gelişme üzerine İsrail, Hizbullah’ın yönetim kadrosuna yönelik saldırılar gerçekleştirmeye başlamış ve arka arkaya gerçekleştirdiği saldırılarda Hizbullah’ın üst kademe yöneticilerini öldürmüştür.

İsrail’in 1 Nisan’da İran’ın Beyrut’taki konsolosluk binasını vurmasından sonra taraflar arasında ilk defa doğrudan bir misilleme süreci yaşanmış olsa da İran’ın İsrail’e yaptığı misillemenin maslahatı kurtarmaktan öte bir şey olmadığı anlaşılmıştır. İran’ın muhtemel bir cephe savaşından kaçınmak için her yolu 

denediğini ve artık caydırıcılığın kalmadığını gören İsrail, bir taraftan İran içine yönelik saldırılar gerçekleştirirken diğer taraftan Hizbullah komutanlarını öldürmeye devam etmiş ve Nasrallah etrafındaki çemberi daraltmıştır. 

İsrail’in 30 Temmuz’da Hizbullah’ın askerî kanat komutanı Fuad Şükür’ü öldürmesinden sonra 31 Temmuz’da Hamas’ın siyasi büro şefi İsmail Heniyye’yi de Tahran’da şehit etmesine rağmen ne İran’dan ne de Hizbullah’tan doğru düzgün bir karşılık görmemesi, İran ve Hizbullah’ın İsrail ve doğal olarak onun arkasındaki ABD ile bir savaşa girmek istemediklerini ve İsrail ne yaparsa yapsın sineye çekecekleri inancını kuvvetlendirmiştir.

Bundan cesaret alan İsrail’in saldırıları artarak devam etmiştir. 18-19 Eylül tarihlerinde ise Hizbullah’ın kullandığı çağrı cihazlarının ve el telsizlerinin patlatıldığı saldırılarda dört bine yakın üyesi yaralanan Hizbullah’ın çok ağır bir darbe aldığı bizzat Nasrallah tarafından kabul edilmiştir. Hatta Nasrallah konuyla ilgili konuşmasında, İsrail’e teslim olmayacaklarını ve savaşmaya devam edeceklerini söyleyerek İsrail’i Lübnan’ı işgal etmeye davet etmiştir.

Ve nihayet 27 Eylül’de BM kürsüsünden dünyaya hitap eden soykırımcı Netanyahu, Orta Doğu’nun her yerine ulaşabildiklerini ve istedikleri herkesi vurabileceklerini söyledikten sonra Hizbullah’ın İsrail’e saldırmak için evleri ve diğer sivil tesisleri kullandığını ileri sürerek, İsrail’in kendini korumak için buraları da vurmak zorunda olduğunu yalanını ortaya atarak sivil yerleşim yerlerine yapacakları saldırıları meşrulaştırmaya çalışmıştır. 

Zaten aynı gün Nasrallah’a yönelik saldırı gerçekleşmiş ve yaklaşık 80 ton bombanın kullanıldığı saldırıda Dahiye semtindeki altı bina yerle bir edilerek Nasrallah ile birlikte pek çok üst düzey Hizbullah komutanı ve İran Devrim Muhafızları’nın Lübnan sorumlusu da öldürülmüştür.

Bundan sonra Hizbullah’ı ve Lübnan’ı ne bekliyor?  

Nasrallah’ın öldürülmesi Hizbullah’ın yönetiminde büyük bir boşluk açacak gibi durmaktadır. Zira Nasrallah’ın 32 yıllık liderliğinde biriktirmiş olduğu kurumsal hafıza yok olmuştur. Ayrıca Nasrallah’ın yanı sıra neredeyse polit büronun tamamı ve üst düzey komutanların büyük bir kısmı da hayatını kaybetmiştir.

Zaten çağrı cihazları ve el telsizlerine yönelik saldırılardan sonra Hizbullah karargâhı ile diğer yapılanma arasındaki iletişim büyük oranda kopmuş ve bu durum cephelerdeki milislerin İsrail’e karşı koordineli ve etkili bir cevap verme imkânını ortadan kaldırmıştır.

İsrail’in Nebatiye ve Dahiye saldırılarından sonra Hizbullah’ın halk desteği de göreceli olarak azalmış ve bu bölgelerdeki Şii nüfus, Hizbullah üyesi olarak görülmemek için kuzeye ve hatta Suriye’ye gitmeye başlamıştır. Demografideki bu değişim Hizbullah’ın Lübnan siyasetindeki dominant rolüne de zarar verecek gibi gözükmektedir. Zira İsrail’in sadece Şii nüfusu mu hedef alacağı yoksa Lübnan’daki diğer aktörleri de hedef olarak görüp saldırı düzenleyeceği belli olmamakla birlikte, şimdiye kadar yaşananlar Hizbullah’ın Lübnan’daki etkisini geri dönülemez bir şekilde kaybedebileceğini göstermektedir.

Nasrallah’ın yerine Hizbullah’ın başına geçtiği açıklanan Haşim Sefiyuddin’in de Hizbullah’ı yeniden toparlamak ve mücadeleye devam etmesini sağlamak konusunda başarılı olup olamayacağı şüphelidir. Keza Sefiyuddin de İran yanlısı olduğundan, bu saatten sonra Lübnan’daki diğer aktörlerin desteğini alması zor gözükmektedir.

İran’ın Hizbullah’ı desteklemek üzere Irak, Yemen ve Suriye’den toplanan yaklaşık 40 bin milisi yönlendirdiği şeklindeki haberlere rağmen, İsrail’in Hizbullah ile İran arasındaki lojistik destek koridorunu kesmek için saldırılar düzenlediği ve 

hava yolu irtibatına da izin vermediği bilinmektedir. Bu durumda Hizbullah’ın İran desteği olmadan toparlanması zor gözükmektedir.

Hizbullah’ın güç kaybetmesi veya İsrail’in Hizbullah’ı tamamen bitirmek için saldırılarına devam etmesi hâlinde Lübnan’daki mevcut yapının değişmesi kaçınılmaz gözükmektedir. Hâlihazırda cumhurbaşkanını seçemeyen ve geçici bir hükûmet tarafından yönetilen Lübnan’ın, ortaya çıkacak yeni gerçeklik nedeniyle bir süre daha istikrarsız kalacağı ve sürecin sonunda Hizbullah’ın ve Şiilerin etkisinin azaltılacağı yeni bir statükonun oluşabileceği anlaşılmaktadır.

Ancak Hizbullah ve İran’ın bu yeni durumu kolaylıkla kabul etmeyeceği ve buna direnerek muhtemelen yeni bir iç savaşın çıkmasına yol açabileceği de unutulmamalıdır.

Dolayısıyla önümüzdeki günlerin Hizbullah ve genel olarak Lübnan için pek de iyi geçmeyeceği değerlendirilmektedir. Bir taraftan İsrail’in saldırılarına muhatap olacak olan Lübnan halkı, diğer taraftan da mevcut ekonomik zorlukların yanı sıra bir iç savaşla da yüzleşebilecektir. Böylesi bir durumda her hâlükârda kârlı çıkacak olanın da İsrail olduğu anlaşılmaktadır.