Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, 7 Ekim Aksa Tufanı saldırısı, İsrail’in Gazze’ye yönelik başlattığı saldırılar ve akabinde bu saldırıları Lübnan, Suriye, İran ve Yemen’e yayması, katliamalar, soykırımlar, NATO’nun genişlemesi, Güney Afrika’nın Adalet Divanı’nda İsrail aleyhine açtığı soykırım davası, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ve Gallant hakkında verdiği tutuklama kararı, Trump’ın yeniden başkan seçilmesi, Suriye’de Esad rejiminin devrilmesi…
Bunlar kısa bir süre içerisinde Türkiye’nin çevresinde gerçekleşen bölgesel ve küresel olayların sadece bir kısmı. Hepsinin de doğrudan veya dolaylı olarak Türkiye’ye etkisi olmuş veya yakın zamanda olması muhtemel. Tarihin normal akışına göre belki de 100 yılda yaşanacak şeyleri bu kadar kısa bir süreye sıkıştırmış durumdayız.
Bu olaylar öylesine etkili ki Türkiye’nin bunlara kayıtsız kalması imkânsız gibi. Tarih akıyor, değişim yaşanıyor ve taşlar yerinden oynuyor. Doğal olarak Türkiye’nin de bu kapsamda kendi adına bazı değişimler yaşaması, biriken meselelerini çözmek için adım atması kaçınılmaz hâle geliyor. Zaten bunları çözmezseniz bu çark sizi de yutacak ve tarihin tozlu sayfalarındaki yerinizi alacaksınız.
İşte bu şiarla başlamadı mı “terörsüz Türkiye” söylemi?
Yani siz kırk yıllık terör sorununu çözmezseniz kimse sizin adınıza çözmeyecek ve sizi rahatlatmayacak. Hele de çevreniz bugünkü gibi ateş çemberine dönmüşse.
Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli TBMM’nin açılışında DEM Parti’nin eş başkanlarının ve grup başkan vekillerinin elini sıktığında, belki de hiçbirimiz sürecin buraya evrileceğini tahmin edememiştik. Ama Bahçeli, takip eden grup toplantısında “Teröristbaşı Öcalan’ın tecridi kaldırılsın, Meclis’e gelip terörün bittiğini ve PKK’nın silah bıraktığını açıklasın.” dediğinde de işin ciddiyetini fark etmiştik.
Öyle ya, Bahçeli gibi tecrübeli bir siyasetçi bu sözleri boşuna sarf etmiyordu. Ancak hepimizin tereddütleri olduğu da muhakkaktı. Zira bir önceki açılım süreci çok kötü bitmiş, bütün emekler zail olmuştu. Dolayısıyla aynı şeyi yaşamaya kimsenin gücü de niyeti de yoktu.
Zaten öyle olmayacağı kısa sürede anlaşıldı. Keza bu, devlet ile terör örgütü PKK arasında bir pazarlık değildi. Aksine DEM’e siyasal bir parti olarak terörden arınma ve kendini ispat etme fırsatının tanınmasıydı. Bunun için DEM’in teröristbaşı ile görüşerek; amasız, fakatsız, şartsız ve koşulsuz olarak PKK’nın tasfiye edilmesini sağlaması bekleniyor ve bu sayede Türkiye’nin terör belasından kurtularak hak ettiği muasır medeniyetler seviyesine ulaşması hedefleniyordu.
Bu arada Trump dünyadaki savaşları bitirme vaadiyle başkan seçilmiş ve bunun bölgeye nasıl yansıyacağı konuşulmaya başlanmıştı. Türkiye de kendini yeni döneme uyarlamaya çalışıyor ve bu kapsamda bir süredir devam eden Suriye ile normalleşme çabaları kapsamında Esad’a bir kere daha barış elini uzatıyordu. Ama uzatılan bu iyi niyetli el her ne hikmetse havada kalıyordu. Hatta Esad Türkiye’nin uzattığı elin mecburiyetten olduğunu söylüyor ve Türk askerinin Suriye’den çekilmesini şart koşuyordu.
Ama Esad’ın Türkiye’yi çok yanlış anladığı kısa sürede ortaya çıkıyordu. Zira aralarında HTŞ ve Türkiye’nin desteklediği SMO’nun da bulunduğu muhaliflerin 27 Kasım’da başlattığı “Saldırganlığı Caydırma” operasyonu hızlıca ilerliyor ve 8 Aralık’ta 54 yıllık zalim Esad rejiminin düşmesiyle son buluyordu.
Suriye’deki devrimin ne kadar önemli olduğunu anlamayanlar için; 2015’teki çözüm sürecinin; bazı dost ve müttefik aktörler (!) tarafından PKK ve HDP’ye Suriye’nin kuzeyinde oluşturulmaya çalışılan terör yapısı gösterilerek, baltalandığını hatırlatmakta fayda var. Dolayısıyla o gün belki anlaşılmamıştır ama bu devrimin en önemli sonucu Suriye halkının devletine kavuşması olmuş olsa da bir diğer önemli sonucu da Suriye’nin kuzeyindeki SDG ambalajlı PYD/YPG terör örgütünün tasfiyesine giden süreci başlatmış olmasıdır.
İşte böyle bir atmosferde DEM Parti İmralı’ya gitmek için başvuruda bulunuyor ve 28 Aralık’ta Öcalan ile ilk görüşme yapılıyor. Öcalan’a iletilen mesaj gayet nettir. “Bu bir pazarlık değildir”. PKK’nın raf ömrü dolmuştur ve Türk-Kürt kardeşliğini zehirleyen terör belasının daha fazla sürdürülme imkânı kalmamıştır. Yurt içinde varlığı kalmayan PKK’nın Irak ve Suriye uzantılarının da tasfiye edilmesi, terörsüz Türkiye’nin önündeki engellerin kaldırılması elzemdir.
Bu süreç kendi mecrasında devam ederken Türkiye, sınırlarının dışında da PKK’ya karşı mücadelesini devam ettiriyor ve terör örgütünün hareket alanını iyice daraltıyordu. Irak’ın ardından Suriye’de de PKK’ya yönelik operasyonlarla terör örgütüne yolun sonuna geldiği mesajı net bir şekilde veriliyordu.
Ve tarihler 27 Şubat’ı gösterdiğinde Öcalan’dan PKK’nın silah bırakması ve kongresini toplayarak kendini feshetmesi çağrısı gelmiştir. Kısa süreli bir yalpalamadan sonra Kandil de bu çağrıya uyacağını açıklamış ama PKK’nın Suriye kolu ilk başta bu çağrıyı üzerine alınmamıştır.
Güya Öcalan’ın çağrısı sadece PKK içinmiş ve PYD/YPG da PKK değilmiş…
Ama artık koşullar değişmişti ve onların arkasında duracak ne ABD, ne Rusya, ne İran ne de Esad kalmıştı. İsrail’in kışkırtmalarının da bir kıymeti yoktu. Zira İsrail’in Suriye’deki azınlıkların hamisi olduğu yalanı da apaçık ortaya çıkmış, Kürtleri ve Dürzileri manipüle etmesinin asıl sebebi ifşa olmuştu. Eğer hâlâ İsrail için mayın eşekliği yapmak isteyen varsa kendi bileceği bir işti. Ama artık ne Türkiye’nin ne de yeni Suriye’nin bunlara tahammül etmeye niyeti yoktu.
Ya Ahmet eş-Şara liderliğindeki yeni Suriye yönetimiyle anlaşıp kendilerini lağvedecekler ya da yok olacaklardı. Öyle ya, Esad kaçmış ve yeni cumhurbaşkanı Şara onlara yeniden inşa edilen Suriye’nin eşit ve onurlu bir parçası olmayı teklif ediyordu.
Bir taraftan da Türkiye’nin operasyonları devam ediyor, hâlâ eski günlerdeki gibi teröristçilik oynayanlara göz açtırılmıyordu.
İşte tam da böyle bir tabloda, 10 Mart’ta Şam ile SDG’nin anlaştığı, SDG’nin kontrol ettiği tüm bölgeleri ve elindeki bütün silahları Şam’a devretmeyi taahhüt ettiği haberi düştü ajanslara.
Anlaşmanın içeriği tam da Türkiye’nin arzu ettiği gibi ne özerklik ne de federasyonu içermiyor; aksine tam bir entegrasyondan bahsediliyordu. Entegrasyonun tamamlanması için yıl sonuna kadar süre tanınmıştı. Ondan sonra Suriye tüm etnik, dinî ve mezhebî unsurlarıyla toprak bütünlüğü sağlanmış, birlik ve beraberlik içinde bir ülke olacaktı.
Türkiye geçmişte yaşadığı acı tecrübeler nedeniyle yoğurdu üfleyerek yiyor ve SDG’nin verdiği sözlere değil icraatlara bakacağını söylüyordu. Bunu söylerken de demir yumruğunu kullanmaktan imtina etmiyor, hâlâ teröre tevessül eden olursa da gereğini yapıyordu.
Türkiye tıpkı Libya’da Ulusal Mutabakat Hükûmeti’ni destekleyip ayakta tuttuğu ve bu sayede Libya’nın yeniden birliğini sağlamasının yolunun açtığı gibi, Suriye’de de Şara yönetimini destekleyerek, Suriye’nin parçalanmasını isteyen şer güçlerin amaçlarına ulaşmasını engelliyordu. Zira Suriye’nin toprak bütünlüğü terörsüz Türkiye’ye ulaşmak konusunda önemli bir etken olup Suriye’de yaşanacak yeni bir kaosun bu süreci olumsuz etkileyeceği çok iyi biliniyordu.
İşte böylelikle terörsüz Türkiye yolunda önemli bir eşik aşılmış, PKK’nın gerek Irak gerekse de Suriye kolu, terörü sürdürerek bir gelecekleri olmadığını görerek yaşadıkları bölgelere entegre olma kararı almışlardı. Ama bu grupların nihai fesih ve silah bırakma kararının alınacağı kongrelerinin de bir an önce yapılması ve son noktanın konulması gerekiyordu.
Şimdi geriye Bahçeli’nin Nevruz Bayramı münasebetiyle yayınladığı mesajda belirttiği üzere, PKK’nın 4 Mayıs’ta Malazgirt’te kongresini toplaması ve beklenen fesih kararını açıklaması kalmıştı.
İşte o gün hepimiz için tarihî bir gün olacak. Türkiye 40 yıldır süren terör belasından kurtulacak ve Türkiye Yüzyılı, terörsüz Türkiye kazanımıyla taçlandırılacak.