İstanbul’da bir sergi gezmek, bazen sokak simidiyle Mona Lisa’yı aynı kadraja almaya çalışmak gibidir. Yani hem sokaktasındır hem hayalin içinde. Son zamanlarda artan çağdaş sanat sergileri, kafamızda oluşan klasik “resim sergisi = sıkıcı tablo + sessiz yürüyüş” denklemine büyük bir çelme taktı.
Beyoğlu’ndaki küçük bir galeride tanıştım mesela; eski CD’leri eritip üzerine toplumsal cinsiyet rolleriyle dalga geçen bir yerleştirme çalışmasıyla. Adı: “CD’li Annelik”. Eserin yanına iliştirilen notta yazıyordu: “Annemin bana attığı ilk CD, feminist rap’ti.” İşte bu cümle, serginin tamamından daha çok çarptı beni.
Sanat, artık “bak” değil, “katıl” diyor. Tuvaller suskun değil, kışkırtıcı. Heykel dediğin şey sadece forma değil, forma sızan hikâyeye dönüşmüş durumda. Belki de günümüz sanatçısı artık sanatçı değil, biraz hacker, biraz terapist, biraz da serseri.
Bir de şu var: Instagram’ın parmak ucunda dönen sanat, müzelerin tozlu salonlarını terk etti. Şimdi metro istasyonlarında, terk edilmiş fabrikalarda, hatta tuvalette bile karşımıza çıkabiliyor. Dikkatli bakmazsan “duvar boyası taşmış” diye geçeceğin şey, aslında bir sanatçının gece saat 3’te yaşadığı varoluş krizinin fırça izi olabilir.
Sanatın bu kadar sokağa inmesi, sanatçı ile seyirci arasındaki kutsal mesafeyi yok ediyor. Ama ne yalan söyleyeyim, o mesafenin yıkılması kötü de olmadı. Eskiden “anlamıyorum” diye kenarda duranlar, şimdi “hissediyorum” diyerek merkezde yerini alıyor. Bu da sanatın büyüsü işte: Kuralı yok ama etkisi var.
Sonuç mu? Belki de sanat artık “bilmeyi” değil, “deneyimlemeyi” öğretiyor bize. Yani kısacası; artık sergiye gitmek değil, serginin içinde kalmak mesele.