Zaman öyle sezdirmeden ve öyle sessiz… “Geçti” diyemeden geçip de gidiyor. Gün an oluyor, ay zaman, yıl vakit. Sonra koskoca bilmem kaç senenin ismine yalnızca “hatıra” deyiverip de geçiyoruz. Biliyorum “ömür su misali, tükeniyor” falan diye cümleler kuracak yaşta değilim. Hatta kimine göre ömür menzilinde bir arşın dahi değil aldığım yol. Lakin zaman yaşa bakmıyor ve bazılarının “baş” dediği yerde son oluyor bazılarının ömrü. Ama zaman geçiyor ve hatta daha doğru olanı şöyle; tükeniyor zaman.

Bazı şeyleri anlaması için insanın yaşaması gerekiyor sanırım kâri. Yaşlanması demiyor ve hatta diyemiyorum. Ama şunu zannediyorum ki yaşamaya mecbur oluşumuz biraz da anlayabilmek için. Babam hep “baba olunca anlarsın” derdi. Ve hep düşünürdüm “Onun anladığı ama benim anlamadığım ne? Ve baba olunca ne anlaşılıyor?” Şimdi itiraf etmek gerekirse -ki gerekiyor- anlıyorum, hem babamı hem de onun anlamamı istediğini.

Geçenlerde Yakup (Erdoğan) hocamla sohbet ederken -ki sevdiğim, saydığım bir hocamdır- eğitimden, gençlerden bahsettik önce, sonra söz bir şekilde kendi çocuklarımıza geldi. Aslında kendimizden şikâyet ederek söyledik birkaç şeyi. İnsan dünya meşgalesine daldığından, iş güç ile ilgilendiğinden bazı şeyleri kaçırıyordu. Şikayetlenmiyor ama dertleşiyorduk daha çok. Pek çok şey konuştuk ama sohbetin bir yerinde Yakup hocam torunundan bahsettikten sonra dedi ki;

-“İnsan torununu neden sever hocam, biliyor musun?”

Nereden bilecektim. Elbette bilmiyordum, bilmek için ve anlamak için yaşamak gerektiğini ben söylemedim mi az evvel? Henüz yaşamamıştım ki.

Devam etti anlatmaya;

-“İnsan” dedi “torununu çok severek kendi çocuklarından özür diler aslında. Çünkü çocuklarına yeterince zaman ayıramadığının farkına ne yazık ki yıllar sonra varır.”

Ne deseydim? Hiçbir şey diyemedim. Zira belki de benim de bunu anlamam için yılların geçmesi gerekiyordu.

Uzun zamandır yaptığım televizyon programını geçen sene yapmayınca çok fazla mesaj yazan oldu. “Neden bu sene program yok? Sizi ekranda görmeyi çok istiyoruz” vesaire gibi cümleleri çok okudum. Sağ olsunlar. O zaman cevap vermemiştim ama şimdi vermiş olayım.

Yoğun ve peş peşe şehir içi ve dışında yaptığımız konferans, söyleşi, fuar gibi etkinliklerden geldiğim bir akşam Beyza Nur -ki kızım olur ve henüz dört yaşında- bir resim çizmiş yapabildiği kadar. Bana da gösterdi. İki insan benzeri karalama yapmış kâğıdın üzerine, biri küçük biri büyük.

-“Bu kim kızım?” diye sordum küçük olanı gösterip

-“Benim baba” dedi.

-“Peki bu?” dedim diğerini işaret ederek

-“O da annem” dedi.

Gayriihtiyari sordum;

-“Ben neredeyim kızım?”

-“Sen konferanstasın baba” dedi.

Sustum…

Belki ben de bütün bunları özür dilemek için yazdım, bilmiyorum.