Sinema teknik bir mesele değil. Tekniğin fazlalıkla kullanıldığı fekat ille de bir şeylere bağlı olarak kullanıldığı zaman ötesi bir duygu. Sinema tekniğinin bağlı olduğu husus zannedersem insan ta kendisi. Zannedersem diyorum, zira baba olduktan sonra bu mevzulara bakışım değişti.

Birinin baba olması, anneliği tatması, evladın ne olduğunu anlaması sanatın neresinde durur? İşte bahsettiğim çerçevede tam merkezinde duruyor. Duygularla doğrudan bağlantılı olan sinema, yaşanmışlıklar ve tecrübeler ışığında algılanır, algılatılır. Sinema yazarı kimliğimle artık hiçbir filme eskisi gibi bakamıyorum. Çünkü babayım. Bir çocuğun, bir babanın, annenin, hatta annesizin ve babasızın filmde yer almasının değerlendirilmesinin eskisi gibi olması mümkün değil. Evlat acısının, babasızlığın, annesizliğin anlatıldığı ya da yer aldığı bir filmle alakalı değerlendirmenin de yepyeni bir algı düzeyinde vuku bulacağı kesin.

Şahsi bir konu gibi gelebilir yazdıklarım. Ancak değil. Aksine, şahsi olamayacak kadar genelgeçer. Filmlerin, konuların, oyunculukların, müziğin, dramanın, acının, neşenin, bir bebeğin gülümsemesinin, bir babanın ağlayışının, annenin yavrusuna içli içli bakışının filme etkisine dair yorumum, baba olmadan öncesi ve sonrasında aynı olamaz. Olamıyor.

Şimdi bu çerçevede ‘film eleştirmenliği’ konusuna dair diyeceklerim var elbet. Ülkemizde nispeten az olmakla birlikte eleştirmenler, aileyi önemsemeyen, aile olmayan, baba veya anne olmayan/olmak istemeyen, sinema sanatını da bütün bu ‘cendereler’den bağımsız ele almanın doğru olduğunu varsayan tiplerden oluşuyor. Oysa bunun adı sadece kaçış.

Sanat değerlendirmesi bu denli soğuk bir bakışla yapılamaz, yapılmamalı. Anne ya da baba olma örneğini çoğaltabiliriz. Ama fazla da budaklandıramayız. Çünkü temel bazı meseleler haricinde bir eleştirmenin her şeyi yaşaması zaten mümkün değil. Toprakla, coğrafyayla, toplumla, aileyle, araçla, kısacası algıyla şekillenen bir bakıştan bahsediyorum. Sanata bakışın soğukluğu, hayatla ve insanla kurulan irtibatın mesafesi ve mesabesine göre değişiyor. Halkıyla, insanıyla, insanlıkla, insanla, toprakla ilişkisi teoriden öteye geçemeyen biriyle bunların tam da içinden gelen birinin bakışının aynı olması beklenemez.

Bilmek değil, hissedebilmek. Yani yorumlayabilmek. Bütün fark bu.

Yönetmen gözlüğüyle bakınca durum daha da ciddi bir boyut alıyor. Zira yorumdan önceki aşama olan ‘yaratma’ kısmına geliyoruz. Sinemanın bir ‘gerçeklik yaratma’ işlevine dayanan bu perspektif, eserin ne denli halka ulaşacağı ve sanat bağlamında nerede yer alacağını belirliyor.

Evladı olmayan bir yönetmenin evlat acısına dair yapacağı filmde hep bir eksiklik olur. Coğrafyasına ve insanının acısına uzak birinin bu çerçevedeki çabası hep noksan kalır. Toprağına dokunamayan birinin ülkesini anlatma çabası, çabadan öteye geçemez.

Tam da bu sebepten, modern zamanın ötelediği birçok kavram ve olguya sıkı sıkıya sarılmalıyız. Bunların başında da aile geliyor. Aile içinde olan, aile olmayı başaran insanın sanat algısı ağma birinin dokunma duyusunun gelişkin olmasına benzer. Artık eşyayı anlamlandırma yöntemi de anlamın kendisi de değişir. İnsan büyür. Yürür. Görür. Görünür. İşte bu vakitten sonra, bu insana sanat görünür.

Sanatı görebilmenin umuduyla…