Zaman bir gergef kâri… İlmek değil, ömür geçirir tellerine. Nerede doğduğunu, kimden doğduğunu ve kimden olduğunu seçtirmez sana. Mecburen doğar ve mecburen yaşarsın. Yürür gibi yaşamak, hangi yoldan gitsen de aynı yere varırsın. Yolun aynı olmasa da sonun aynıdır herkesle. Ve bu yola kimi bir kâşanede kimi bir viranede başlayıverir. Ama nerede başladığın nerede bitireceğini belirlemez hiç. Adaletlidir yani yaşamak.
Dünyada sadece görünmek, var olmak için yaşıyor değiliz elbette. Daha ulvi ve daha mukaddes bir manası var bunun. Ama yine de insan anlayamıyor çoğu vakit bu sırrı. O yüzden belki de yaşamak hayret etmek demektir biraz da. Zira yaşamanın kendisi hayret edilecek şeydir. Tesadüfe inanalar inansınlar lakin benim itikadımca dünyada tesadüfle tek toz zerresi dahi kalkmaz yerinden. Zira iman ederim ki Allah varsa tesadüf yoktur…
“İstanbul’da gezilecek, görülecek ve güzel denecek ne kadar mekân varsa hepsi muhakkak bir mezarlıktır” diye okumuştum eski bir kitapta. Çok haklı bunu söyleyen… Son dönemde yapılan mezarlıklar değil bahsettiklerim daha eski mezarlıklar hep şehrin en güzel yerinde. Denizin kenarında, ağaçların arasında, cennet gibi mekânlarda… Hatta hayatla iç içe mezarlık. İnsanların göremeyecekleri yerlere, dışarılara atılmamış, ölüleri de tam şehrin içine almış eskiler. Belki de ölüleri görüp de ölümü hatırlamak istemişler. Bilmiyorum, bilmiyorum ama her yapılanın bir sırrı var sanki. Mezarlara servi ağaçlarını dikmişler, elif gibi endamları tevhidi yani Allah’ın birliğini işaret etsin diye. O ağaçların üzerlerine konan kumrular “Hû” der gibi öttükçe Allah’ı zikreder farz etmişler. Güzel insanlar, güzel ölümlerle, güzel yerlere gitmişler en azından böyle hayal etmemizi istemişler. Yani mezardakiler ölü evet, lakin mezarlıklar ölü değil. Mezarlıklarda hayat var. Ve ölenlerden yaşayanlara bir nasihat var.
Böyle inanmak her zaman en güzeli geliyor bana. Ve yaşamak kadar gerçek olan ölümü bu denli uzak görmenin, korkmanın ve ürkmenin ne denli hatalı olduğunu bir kere daha anlıyorum. Ölüm son değil ki. Yok olmak hiç değil. Bilmediğimiz bir şey de değil esasında. İnsan her an ölümü görüyor lakin görmek istemiyor, bilmek istemiyor. Hatırlamak istemiyor onu. Neden korkalım ki ölümden? Kendi ölümümüzü kendimiz taşıyoruz her an yanımızda.
Daha önce yazdığım ya da belki okuduğum birkaç cümle hatırlıyorum. Yaşlıca bir adam diğer genç olanla konuşurken şöyle demişti;
-“Evlat ölümü hatırlamak güzel şey. Lakin ölümden korkmak anlamsız… Zira yaşamak ölmekten çok daha zor… Biz bu âlemde sürgün hayatında bir garip gibiyiz. Burası vatanımız değil. Burası bizim mekânımız sahi ama makamımız burası değil. Bu dünyaya âşık olanlar ölümü yok olmak sanırlar da ölmek son demek olur onlar için. Lakin bu dünyayı elinin tersine almış olanlar, altın renginde bir çakıl taşı olduğunu bilenler ölümü gurbetten sılaya dönüş bilenler için ölüm son olmaz. Sen düşün şimdi hangisine inandığını. Bil ki sen nasıl yaşarsan ölüm öyle gelir sana. Ve bil ki herkesin ölümü kendi rengindedir ve yaşamak, insanı kör eder. Göremezsin. Sağır eder yaşamak, işitemezsin. Ve yaşamak lal eder dilini, istesen de söyleyemezsin.
…
Yaşamak, kara bir kuyuda olmak gibi. Allah bir mum verir insanın eline bu kara kuyuda önünü görsün diye. O mum gönüldür ve ateşle değil de aşkla yanar. Bilmeyen insan karanlıkta tüketir ömrünü. O mumu yakamayana dünya zindan olur. Lakin fark edemez o. O denli alışmıştır ki karanlığa görmese de gördüm sanır. Ölmese de öldüm sanır. Lakin ölüm o kuyudan çıkmaktır işte. Karanlıkta kalan kuyudan çıkmayı ölüm zanneder de çıkmak istemez, ölmek istemez, bilmek istemez. İnsan kara bir kuyudan aydınlığa çıkacağım diye neden korksun ki?
Hem şöyle dememiş miydi şair;
Ölümden neden korkarsın?
Korkma! Ebedi varsın…