Hafta sonu bir nişan merasimi için Ankara’ya gittim. Uzun bir yolculuk oldu. Hele ki sene ortasında, kış başlangıcında olunca biraz da yorucuydu. Yüzlerine baktığımda akrabam olduklarını hissettiğim o kadar insan gördüm. Sevgileri gözlerinden akıyordu. Kendime alındım. Hani yalnızdın? Hani bu dünyada kenara savrulmuş bozkırdaki yalnız bir ağaç gibi hissediyordun kendini… Evet, orada başka bir çoğalma, zenginlik yakaladı beni. Kırıldım kendime. O güne kadar hiç yan yana gelmediğim akrabalarım benimle fotoğraf çekindiklerinde, sarıldıklarında, benim hiç hatırlamadığım çocukluk anılarından dem vurduklarında içim gönendi, utandım, boynumu büktüm, bir masanın etrafında annem, babam, çocuklarım, eşim, kardeşim vardı… Düğün salonunda alabildiğine yüksek sesle İç Anadolu oyun havaları çalınıyordu. Ama hiçbir şeyi duyacak halde değildim. Babam yaşlanmış olsa da yüzüne bir kan gelmişti. Annem yaşlansa da yazmasından ucu görünen saçı simsiyahtı, kız kardeşim kızını nişanlarken gittikçe büyüyordu, kızım akrabalarının yanında olduğu için daha mutlu bir yüzle bakıyordu etrafına. Ben, kilitlenmiştim. Çünkü çok uzağa gittiğimi bir kere daha görmüştüm. Bozkır durduğu yerde duruyordu. Ta çocukluk arkadaşlarımı görmüştüm, yaşlanıyorlardı. İnsan yaşlılığı kendi üzerine göremiyor. Ancak akranlarına bakınca fark edilen bir şey değişim. Ve orada yolculuğumun beni ne kadar uzağa götürdüğünü ama üzerimden bozkırı alamadığını gördüm.

Dostluk, bir yolculuk. Kiminin günü gelince kurban gibi kestiği, kiminin üzerine toprak attığı, kiminin içini balon gibi boşalttığı, çok azının ise içine işleyen bir yol dostluk. İçine işleyenlere sorsanız, “Bu dostluk yolculuğunun nihayetinde sende kalan nedir?” diye, size verecekleri cevap basittir: Biz, dost ile ticaret yapmadık, olacaktır. Diğerleri ise dostluğun önüne tacirliği aldıkları için ya kurban edecekler ya öldürecekler ya da lanet bir yüzle içini boşaltacaklar onca zaman ayna diye baktıkları suretin.

Aşk bir yolculuk. Her ademin mayasını ortaya çıkaran bir yol. Derler ki nasıl âşık olursanız o biçimde taparmışsınız tanrınıza. İnsanın imanını, inancını, Allah’a hürmetini âşık oluş biçiminden anlarmışsınız. Aşkı sahip olmak olarak görenlerin köle taciri olduğunu; aşkı, geçici bir kuş yuvası belleyenlerin hırsız olduğunu; aşkı, hayranlığı, hayreti ve hayatı öğreten bir Tanrı misafiri olarak bilenlerin ise… Allah onların yardımcısı olsun ki aşk ile küfür arasındaki ince kırmızı hatta gidip gelirlermiş. Her neyse, aşkın kalbi ve ruhu terbiye ettiği yolculuğun sonunda size kalan ne oldu? Aşkın nesnesi ya da öznesi dediğiniz o suret mi yoksa o suretin sizde peydah ettiği insanlık mı?

Tercihleriniz oldu. Vazgeçtikleriniz. Bedel ödedikleriniz. Bedelsiz kazandıklarınız. Piyangodan çıkmış gibi önünüze düşenler. Mesela bir kalbiniz oldu. Bir hayatınız… Hepsini bu yolda buldunuz ya da kaybettiniz. Unuttuğunuzda alınmadınız; unutulduğunuzda alemi yakasınız geldi. Umutlarınız oldu, yılgınlıklarınız, sevgileriniz, arzularınız… Bu arzda yol alırken, beden tarlanızı sürerken, ruhunuzun derinliklerini hiç yoklamadan yürüdüğünüz ömür çölünde neşeleriniz oldu. Bazen o çölün çok uzağında, bir gece vakti bir yıldız kaydı. Mutlu oldunuz. Kervanınıza eşkıyalar saldırdı. Develerinizi, diğer bineklerinizi telef ettiler. O eşkıyalar giderken yüzlerindeki setreleri sıyırıp bir an yüzlerini gösterdiklerinde hepsini tanıyordunuz. Kimisi aşkınız kimisi dostluğunuz, kimisi hevesiniz, kimisi emeğinizle hayatınızda yol aldıklarınızdı. Onlar gittiğinde size kalan demir çarık, demir asa ise. Ve çoğunuzda pişmanlıktı. Aşka, dostluğa, dünyaya tutkunluğa, yaşam severliğe, beyhude ömrünüze karşı derin pişmanlık. Zira o kadar binek ve onların üzerinde biriktirdikleriniz telef olduktan sonra size kalan insanın içini kurutan pişmanlıkla kalakaldınız kendi çölünüzde.

Durun!

Bu denli kötü değil. Zira Ankara’da bir nişan merasimine gitmediniz daha. Durup bu yolculuk bitti mi, bitmedi mi, demediniz daha. Ömrünüzü telef eden o eşkıyalar mıydı yoksa eşkıyaları siz mi çağırmıştınız etiniz, zamanınızı, ruhunuzu talan etsinler diye? Bunu muhakemeye dahil etmemişseniz zaten yoldan size pek bir şey kalmamış diyemeyeceğim; zira yoldan bir şey almışsınızdır.

Kenan diyarınız o şiddetli vaaz veren kadim peygamberleri ve çığır açıcıları gibi söylemeye gerek yok! İnsanız ve bir çöldeyiz. Bu çöl isterseniz bozkır olur, isterseniz buzul, isterseniz bağ bahçe. Çölünü gören insan muhteşem bir zenginliğin kapısında olduğunu ancak hiçbir şeye sahip olmadığını biliyorsa anlarmış. Muhteşem bir şeyin başında olan insan ister yolun sonuna ersin ister ermesin; içindeki çöl, vaha olmaya çoktan başlamıştır.

Bana inanmıyorsanız Kazancakis’in kayıp romanı Yokuş, Türkçeye kazandırıldı. Gidin o yokuşu bir tırmanın derim. Bu yolculuktan size neyin kaldığını Giritli anlatacak, Ege ile Akdeniz’in buluştuğu yerde. Azizlerden, dervişlerden, peygamberlerden, en çok da sıradan insanlardan kalan bir mirası, insanın kan izlerini takip ettiğinizde yükünü anlayacağınız o yolculuğu bir daha yaşayacaksınız.

Nasıl emek veriyorsunuz?

Nasıl âşık oluyorsunuz?

Nasıl dostluk kuruyorsunuz?

İyi bakın; o kadarsınız! Nasıllarınız kadarsınız.