Senin de okuyup yahut işitip kendine dert edindiğin, ömrüne yol edindiğin sözler vardır elbet kâri. Kendime şiar edindiğim sözler var benim de. Çoğu vakit yapamasam da, o sözleri tutamasam da yapmaya sebat ettiğim, yapmak için gayret ettiğim, gayretime dahi sabrettiğim zamanlar var. Mesela tasavvufa iptila kertesine varmış bir muhabbetim var. Kâle değil de hâle meftunluklarına hayranım mutasavvıfların. Belki de bu sebeple her sözlerini kendime söylenmiş gibi vehmediyor, her okuyuşumda öyle idrak ediyorum. Belki yanılıyorum belki de hata ediyorum. Ama bilemiyorum. Ve hatta bilmediğime şükrediyorum. Ve susuyorum çoğu zaman, bunca lüzumsuz, gereksiz, anlamsız konuşanlara inat.
Bazen bazı insanların burunlarıyla çeneleri arasında taşıdıkları ismine ağız dediğimiz uzvun görevinin kelam etmek değil de başka bir uzvun yaptığı gibi içerideki pisliği dışarıya çıkarmak olduğunu düşünüyorum ben. Hakikat bugün de okuduğum bir haber bu düşüncemde ısrar etmeme sebep oluyor. Birkaç gün evvel devletin televizyon kanalında yayınlanan bir programın konuğunun söylediği ve bence de gereksiz ve yersiz olan bir cümle üzerinden İslamiyet’e o kadar rezil ve kadar sefil bir halde saldırıyorlar ki, istiyorum ama susamıyorum. Söylenen cümleyi eleştirseler anlarım, söyleyeni eleştirseler anlarım ama sanki pusuda bir fırsat bulup da dine saldırmak için bekler gibi -ki bence öyle- duranlar yine pislik kusmuşlar ağızlarından. Öyle cümleler söyleyenler var ki, öyle cümleler… Mukaddesata saldırmak için bu kadar hırslı olmaları anlamakta güçlük çekiyorum ve gerçekten inanamıyorum. Hele ki sosyal medyada daha elifi mertek zannedecek çocukların kin kusar gibi saldırıları beni hayret düşürüyorum. Ve bu çocukları ne zaman kaybettiğimizi, nasıl yitirdiğimizi düşündükçe, kahroluyorum.
Ama bile isteye girdikleri pis çukurlardan saldıranlar işte onlar esas söz söylenecek olanlar. Bunlar kendilerine modern, münevver (pardon onlar münevver demez, aydın derler), bilgili diye isim veren, kendi yazdıkları oyunun başrolünü yine kendileri oynayan köpek sürülerinin başlarında duran çobanlar. Bu gariplerin kuyruğunu kimin nereye kıstırdığını bilmiyorum lakin muhtemelen eceli gelmiş de pisleyecek yer arıyorlar.
Bu hamur daha çok su götürür lakin lafı çok uzatıp da israf-ı kelam etmeyeceğim. Aklıma Hazret-i Mevlana’nın hikâyesi geliyor. Onu da söyleyip bitireceğim.
Bir gün hayvanlar diyarında bütün hayvanlar fareden şikâyetle kralları aslanın yanına geliyorlar. Kimi diyor ki: “Bıktık bu fareden pisliğini her yana bulaştırıyor.” Kimi diyor ki: “Olur olmaz yerde olmayacak işler yapıyor.” Hep bir ağızdan “Bıktık artık” diyorlar. Arslan diyor ki: “Pekâlâ buna bir çözüm bulalım. Var mı aranızda bu işi halledebilecek biri?” Arka tarafta duran kedi “Ben hallederim bana bırakın bu işi” diyor ve başlıyor ormanda fareyi aramaya. Ötede bir lağımın kenarında duran fareyi görüyor ve hızlıca atılıyor. Fare bunu sezince başlıyor kaçmaya. Fare önde kedi arkada bütün ormanı geçiyorlar. Fare ileride bir inek görüp yanına yaklaşıyor. “Ne olur” diyor. “Yardım et bana da şu kediden kurtulayım.” “Olmaz” diyor inek. “Sen onca işi yaptın, ben şimdi sana yardım etmem.” Yalvarıyor, yakarıyor fare. En sonunda dayanamıyor yine inek. “Tamam” diyor geç ardıma. Fare arkasına geçince tam da farenin üzerine pisliyor. Az sonra nefes nefese geliyor kedi. Bir de bakıyor ki bir inek ve arkasında pisliğin içinden dışarı doğru çıkmış ama hâlâ dik duran bir kuyruk. Fareyi olduğu yerden alıp paramparça ediyor. Ve hikâyenin sonunda bize manasını da veriyor Hz. Pîr. Diyor ki bu hikâyeden üç sır çıkarılır; birincisi; üzerine her pisleyeni düşmanın sanma. İki; seni her pislikten çıkaranı dostun sanma, üç; bunca pislik içindeyken hâlâ kuyruğu dik tutmanın anlamı ne?
Şimdi tam da burada ben dahi bu gariplere soruyorum:
Bunca pisliğin içinde hâlâ kuyruğu dik tutmanın anlamı ne?