Kasım 1816’da Bağdat Valisi Kölemen Dâvud Paşa tarafından Türkçe-Arapça olarak yayımlanan Curnalü’l-Irâk, Türkçe ilk gazete kabul edilir. Daha sonra Mehmed Ali Paşa Türkçe ve Arapça olarak Vekāyi-i Mısriyye'yi 2 Aralık 1828’de Kahire’de neşreder. 8 Ekim 1831’de Sultan II. Mahmud’un onayıyla Takvîm-i Vekāyi yayımlanır.
Yayımlanması zaman zaman kesintiye uğrasa da Osmanlı Devleti’nin tarihten çekildiği vakte kadar devletin resmi yayın organı olarak 93 yıl varlığını sürdürür. Cumhuriyet'in ilanından sonra Cerîde-i Resmiyye/Resmî Gazete adıyla yayımlanmaya devam eder.
Takvîm-i Vekāyi’nin yayın tarihini esas alırsak yüz doksan bir yıldır gazete ve dergiler hayatımızda. Günlük, haftalık, aylık, altı ayda bir periyotlarla yayımlanan süreli yayınlar varlığını daha ne kadar sürdürebilir? sorusu başka bir tartışmanın konusu. Bu yazı daha çok edebiyat, kültür, sanat, medeniyet iddiasıyla yayımlanan mevkutelerde yazan gençlerin metinlerinin niteliğine dikkat çekmek ister.
Bugün kültür, sanat ve edebiyatı ciddiye alan, edebiyatın tüm alanlarda [şiir, hikâye, deneme …] kalem oynatan ufak da olsa, bir topluluk var. Kâğıt maliyetlerinin her türlü maliyeti katladığı, dağıtım maliyetlerinin ise “özel nitelikli ürünlerin taşınması maliyetleriyle” yarıştığı bir vakte erdik.
Sayısız zorluğa rağmen inatla çıkan kültür-sanat-edebiyat dergileri, sınırlı sayıda takipçi ve popülerliğe meyyal heyecanlı gençlerle dergicilik geleneğini sürdürüyorlar. İlk okulda arkadaşlarla duvar dergisi yayımlayarak başladığım dergicilik, ilk gençlik yıllarımdan itibaren iyi bir dergi takipçiliğine dönüştü. Yetmişli yılların sonunda bulunduğumuz ilde Mavera dergisinin kitapçılara bırakılması işine omuz vermişliğimiz de var. Dergi ve dergicilik genç heyecanların çığlığı. Ne ki dergiler, satılması gereken noktalara ulaştırılamıyor. Derginin raflarda göründüğü noktalarda da angarya kabul ediliyor. Okuyanı az, dağıtıcısı yok, dergi satıcısı bayii az. Okur-yazar takımı da sosyal medya bombardımanı altında sinmiş durumda; nitelikli bir şey okumaya, üzerinde düşünmeye ve metni analiz etmeye zamanı (!) yok!
Dergicilik geçmişte keyifliydi. Her ay derginin gelişi, yeryüzünde en değerli sofraya oturmak ve Afganistan, Filistin, Eritre’den haber almak anlamına geliyordu. Her şiir bir coşku olurdu. Her deneme yarını kurtarmaya hazır bir neslin ufkunu uyaran bir uyarıydı. Okuduğunuz her hikâyede kahraman olurdunuz. Şiirler büyük kahramanları anlatırdı. Sezai Karakoç’un bize anlattığı hikâyede “Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü / Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman”dı.
Bugün neler oluyor? Kendimize ayna tutmak ve yolun neresinde yoldan çıktığımızı düşünmek, yazmanın anlamı üzerine düşünmek gerek. Sahiden kim, nerede, niçin yazıyor? Sosyal medya mecralarında her kelime dizen yazar mıdır? Kelime dizmek ile yazar olmak arasında sahici bir farklılık yok mu? Yeni nesil aşırı derecede yorgun ve çabucak sıkılıyor. Okumaya, yeniden okumaya vakti yok; cebindeki telefonla çıktığı fetih yolculuğunda klişe, slogan, üstenci bir üslupla yazdıklarıyla iki asırlık yazı hayatımızın abidelerini devirerek popüler olmaya çalışıyor.
“Kifayetsiz Yeterlilik”le özgüven patlaması yaşayan, ancak bu büyük (!) yazı nehrinde gençlik cevvalliği ile yapıp-ettikleri köpük üretiminin ötesine geçemiyor. Popüler mecralardaki takip sayıları ile övünen bu yeni büyük şair ve yazar taifesi yayımladıkları bin adet şiir, hikâye veya deneme kitabının kâğıt bedelini karşılayacak bir okuyucu sayısına bile ulaşamıyor.
Yazmak vakte tanıklık ve geleceğe veri taşımaktır. Tipik bir örnek olması bakımından Âkif’in Safahat’ı böyle bir metindir. Devlet-i Âliye’nin en uzun yüz yılının savaş, sürgün, kıtlık, devletteki yönetim zaaflarına dikkat çeker ve cumhuriyetin kuruluşuna giden yolculuğu anlatır. Eserde hayal kırıklıkları, yenilmişlik, nesil tasavvuru ve yanılgılar, ayrılık, hasret … bütün çıplaklığı ile sanatkârane bir üslupla yer alır. Hiçbir mısraı alelade değildir. Bu anlamda Cemil Meriç’in eserleri de dikkate değer metinlerdir. Büyük çoğunluğu kitap olarak tasarlanmamış; günlük gazete ve dergilerde yayımlanan metinlerinin derlenmesi ile ortaya çıkmıştır. Geçmiş, yaşadığı dönemin kültür-sanat vasatı övgü, yergi, mukayese ve eleştirel boyutlarıyla çarpıcı bir biçimde yer alır.
Yazılı tanıklık ve yazıyla var olan her metin, tarih boyunca değerli bilindi; bulunanlar büyük bir titizlikle çözümlendi ve korundu. Kadim metinler yazılı akitlere özel önem atfeder. Tarih bilimi, yazılı kil ve taşların çözümlenmesi ile başlar. Felsefe bilgisini M.Ö. VII-VI. yüzyıllara tarihleyen veri yazıdır. Her yazılı metin doğru, yanlış, iyi veya kötü … bir tanıklıktır ve yayımlanmak üzere yazardan ayrıldığı andan itibaren sorumluluk ve hesap sorma hakkını okuyucuya, yarına bırakır. Metinden kimin hangi saiklerle ne anladığı, yazarını aşan bir sonuçtur ve yazar metin inşasına başladığında bu şuur ve sorumlulukta olmak zorundadır.
Yüz sayfa okumadan, bir kelime için birkaç lügat karıştırmadan yazar olma iddiası ile sosyal medya mecralarında modern zaman hiyeroglif/sembolleri ile kendisini ifade etme çabası, kifayetsiz yetersizliğin bir sancısı mıdır? Öyle ise yazar olmak için yüz sayfa okuyup bir sayfa yazan; dün ile gelecek arasında günün bilgisini doğru öğrenen ve kayda geçen olmak için özel bir çaba gerek. Bir iki şiir veya birkaç metin yayımlayınca dünyanın bilgi birikimi aklın girdaplarında kendiliğinden kök salmıyor. Bu şuura ermeye teşne her yazar, okumak ve yeniden okumak zorundadır.