Hayatın akışında ve hızla akıp giden gündemde savruluşumuz üzerine ne kadar düşünüyoruz? Yaşadıklarımızın anlamı ve/veya anlamsızlığı üzerine dedikodu sınırlarını aşan bir tefekkür ve müzakere zemini bulabiliyor muyuz? Başka bir ifade ile olup bitenler üzerine konuşmaya kendimizden başlayabiliyor muyuz? Bu büyük akış içinde değerlendirmelerimiz, omuzlarımızdaki ağır yükün muhtevası ve çözümü hususunda zihin penceremize yeni bir ufuk açıyor mu? Mesela son yerel seçimin sonuçları üzerine yaptığımız mütalaalar; kahvehane köşelerinde konuşulan EYT, emekli maaşları ve enflasyon tartışmalarının sınırlarını aşıyor mu? Ya da kim kime ne kadar para dağıtarak oy satın aldı? Seçim kim için, neye göre başarılı? Sorular ve sorular!.. Hepimiz neden kahvehaneden sosyal medyaya taşınmış derinliksiz ve muhtevasız tartışmalarla zaman kaybediyoruz?

Seçim siyasî bir gruba göz kamaştırıcı, kendilerinin bile beklemediği bir başarı getirdi. Bu görece başarı, başta telif ücreti yüksek popüler ve meşhur bir kısım yazar ve akademisyenin siyasi başarı sahiplerinden yana tavır alarak “ilkesizliklerini” yeni bir ilkesizlikle taçlandırarak gelirlerini azaltmama noktasında tedbir almalarını sağladı. Tarafları net bir şekilde zaten bilinen yüksek ünvanlı akademiye mensup kimi zevatın söyledikleri, söyleyecekleri kadar değerli olmaya devam edecek mi? Ünvanlar, tecrübe ve ilmî bir değer taşımayan politik yorumları meşrulaştırmaya yeter mi? Bu soruların cevabını, yaşayacağımız zaman dilimi bize fısıldayacak.

Konjonktürel pozisyon belirleyen akademisyen ve düşünce insanlarının, toplumun değer hükümlerini ve önemli önderlerin tarihteki kararlarını “seçim kazanmış siyasi erk ideolojisi paralelinde” yorumlayarak yeni ödünç değerler üretme ve durumu kazançlı hâle getirme çabaları; gelecekte ülke ve ülke insanları için zafer, hakikat, başarı ve ilkeli duruş sağlayabilir mi? Merkez medyanın önemli bir kısmına mensup kişiler ile entelektüel çevrelerin bir kısmının yönelimlerini anlamakta zorluk çeksek de yaşadığımız zamanda menfaat ve akçeli işlere odaklı kişilerin, kişilik zafiyetleri, insanların ahlak pusulasını titrek ve duruma ayarlı bir anlayış geliştirmelerine mi sebep oluyor?

Tarihî ve siyasi olgular ve süreçler doğası gereği değişkendir, seçmenlerin sosyolojik ve değer yargılarına bağlı olarak farklılık gösterir. Sonuçlardan hareketle tartışılmaya, tartılmaya, kabul ve retlere açık olup kesinlik taşımaz. Öncelikler, tercihler, talepler, ideoloji … ölçü olarak temel aldığınız kıstasa göre doğruluk, haklılık ve geçerlilik oranlarını tayin eder. Bu çıkarımlar doğrultusunda ötekinin aldığı pozisyon üzerinden de ilkesizlik, tutarsızlık, haksızlık, insanların bir kısmının meseleleri anlamadığı ve nankörlük ettiği … istikametinde yorumlarla karşılaşabiliriz.

1970’li yıllardan itibaren aziz ülkemizde olup bitenlerin farkında olan yaşlardaki kişiler, bilirler ki siyasi arenada kesin bir doğru yoktur. 1960 askerî müdahalesinin “hain olarak yargılayıp astığı mağdurların” dünya görüşüne sahip siyasi tercih sahipleri, küçük fikrî farklılıklarla bu ülkede halk tercihiyle hep iktidar oldular. 72 muhtırası ile kurdurulan teknokratlar hükûmeti, müdahaleci askerlerin ideolojisini güçlendirme yerine; 70’li yılların kaos ortamını besleyen, ideolojik çatışmalar ve cinayetlere zemin hazırlayan bir yapı inşa etti. 12 Eylül 1980 askerî darbesinin muktedir generalleri, siyasi partileri kapatarak liderlerine yasak getirdi ve bir kısmını yargılayarak hapsetti. Bir de sözde farklı ideolojilere mensup gençleri “darağaçlarında sallandırarak” adalet (!) tesis ettiler. En önemli girişimlerinden biri de askerlikten emekli generallerden birine kurdurdukları hükûmetin icraatlarını, emekli bir askere veya o fikre yakın bir bürokrata kurdurdukları siyasi bir partiyi iktidara taşımak ve ideolojilerini sürdürmekti. Ancak halk iradesi 1960’ta idam edilenlerin geleneğini tevarüs ettiğini ve diğer siyasi eğilimleri bünyesinde barındırdığını söyleyen kadroları iktidar yaptı.

Muhteris ve iktidarı kendilerinden başkasına yakıştırmayan 28 Şubat 1997 postmodern darbecilerinin yeni müdahalesi muhafazakâr-dindar çevrelerde telafisi imkânsız mağduriyetlere sebep olurken; “bin yıl sürecek” teorik bir iddia üzerine bina edildi. Belediye başkanlığı yaptığı tarihlerde okuduğu bir şiir gerekçesiyle mahkûm edilen ve “Muhtar bile olamaz!” diye ilan edilen Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğini yaptığı ve dönem mağdurlarının kurduğu parti, öngörülemeyen bir seçim başarısı kazanarak hükûmeti kurdu; ancak iktidar olma çabalarının önündeki en büyük engel yine kışlalarda marşlara ayarlı zihinleriyle hâkî kıyafetli generaller oldu. Halkın tercihleri ile Meclis çoğunluğuna sahip hükûmetin Meclis’te cumhurbaşkanını seçme girişimi ile başlayan cumhuriyet tarihinin en dramatik ve hukuken en tartışmalı Anayasa krizine tanıklık ettik. Tarihte emsali görülmemiş bir yorumla “Meclis’in cumhurbaşkanı seçmesi için en az 367 milletvekilinin Genel Kurul’da bulunması zorunludur.” iddiası; 27 Nisan 2007’de Genelkurmay Başkanlığı’nın darbe tehdidi ile desteklenerek Anayasa Mahkemesi'ne taşındı ve hukuki bir veri olarak kabul görmeyen iddia, mahkeme üyeleri tarafından kabul edildi. Hükûmet, müdahaleye direndi ve anayasa değişikliği yaparak iktidar olmanın yolunu açtı.

Mart 2024 seçimleri, algı üzerinden oluşturulan dip dalga, iktidar çevresinde kümelenen azınlığın seçkinci ve ait olduğu kimlikle örtüşmeyen ahlakı görmezden gelen dindarlık, sosyolojik kırılmalar ve tarihî verilerin ışığında yeniden değerlendirilmeye ve değerlemeye değer bir sonuç verdi. Meselenin EYT, ekonomi ve enflasyon üzerinden tercüme edilmesi; olgunun sonuçlarını parti seçkincileri lehine örtmektir. Kazanmanın kişi ve kişileri kahraman yaptığı kabul görse de gerçek kahraman, kaybettiğinde ve kaybettikten sonra düştüğü noktada muhasebesini yaparak ayağa kalkan, zaferin ve kaybetmenin anlamının idrakinde olan kişidir.