“Dijital gerçekçilik” denilen olgunun egemen olduğu ortamda yön gösterici bir alet olarak pusula, işlevselliğini kaybetti. Sabitesi olarak “Kuzey Kutbu “nu esas alan pusula, kirletici ve etkileyen gereksiz etkileyicilerden ötürü manyetik bir sersemliğe maruz kaldı. İnsan da yön tayin ederken maruz kaldığı kakofonide, sabitesini kaybettiği için insanı davet edeceği mecrayı veya işaret edebileceği yönü, neye nispetle niçin işaret ettiğinden emin olamıyor, gürültüye tabi olup kent soylu ukalalıklarında kentin atık sularında kulaç atıyor.

Günümüz insanı maruz kaldığı dijital sarhoşluk, bencil cehalet, ideolojik dayanışmanın oluşturduğu güç vehmiyle ilahi ve insani hakikatin sınırlarını kaybetti. Ait olduğu ve yaşadığı dünyada insan; değer, sınır ve ilahi pusulasını ve tevarüs ettiği geleneği yitirdiği için doğduğu topluma yabancılaştı ve sersemledi. İrade, akıl ve yönlendirici fikri sabitesini yitiren insan, dijital öğretinin algı uzmanlarına teslim olarak gönderilerini yeniden etrafına servis ederek yalan/algı halkasını genişleterek ürettiği vehimlere inanmaya ve onları sabite hâline getirmeye başladı.

İki asırdır bilgi edinme kaynakları, öğrendiklerini değerlendirme referansları, bilgi tasnif teorisi, hayatı biçimlendirme stratejisi, alıntılama ve atıf verilerinin tamamı Batılı. Açık bir ifade ile aileden değil ve kitsch! (Türkçede gayrimeşru nesep tarifi için kullanılan ifadeyi bunun yerine koyabilirsiniz.)  Ait olduğu sabitelerden, kültür ve medeniyetten kopan Türkiye, düşünme biçimini, bilgi üretme kaynaklarını, iletişim ve diyalog imkânlarını da kaybetti.

Müslümanlar ve Müslüman dünyanın ayırt edici vasfı; evrensel ve kozmopolit bir anlayışla insanlık ve insanlık mirasına açık olmasıdır. Mesela inandıkları dinden önceki dinleri muharref/tahrif edilmiş olarak niteleseler de onların peygamberlerini ve kitaplarını kabul ederler. Gittikleri yeni topraklarda, karşılaştıkları toplumların inanç ve yaşama tercihlerine müdahale etmezler. Bu çerçevede Müslümanların kurdukları bütün başkentlerde, saltanat yönetimlerine rağmen şehirler kozmopolittir ve bir arada yaşamanın zemini oluşturulmuştur. Bağdat, Kudüs, Anadolu Selçukları başkenti Konya, Babür Devleti’nin başşehri Agra, Endülüs Emevileri’nin başşehri Kurtuba ve Osmanlı başşehirleri Bursa, Edirne, İstanbul her biri kozmopolit şehirlerdi ve insanlar; etnik aidiyeti, inancı, mezhebi ve cemaati ile ilgili sorgulanmaz, ayrıcalık ve küçümseme/kötülemelere maruz kalmaksızın bir arada yaşarlardı.

Batı, Rönesans ve Aydınlanma ile yeni bir kimlik tanımlaması yaparak insan merkezli ve insanı her şeyin yerine ikame eden bir anlayış geliştirdi. Hümanizma olarak kavramsallaştırdığı bu yeni çıkış; insanı, insanlık evreninin bir parçası yapamadı. İnsancıllıktan söz ederken homoekonomicos [insanların sürekli olarak rasyonel ve dar anlamda kendi çıkarlarını düşünen ve öznel olarak tanımlanmış amaçlarını en iyi şekilde takip eden failler olarak tasvir edilmesidir.] diye bir terimi karşısına dikti. İnsanı, “yaratılmışların şereflisi” olarak tanımlayan ilahi mesajın aksine; oluşturduğu “kutsal insan” ile “çıkarcı insan” çelişkisinden çatışmacı ve huzursuz bir hayat telakkisi üretti. İnsanı merkeze alarak değersiz ve ekonomik bir metaya dönüştüren Batı düşüncesi; Hıristiyanlığın skolastik Orta Çağ felsefi düşüncesini ‘teolojik’ gerekçelerle rafa kaldırarak eski Yunan felsefesine dönmeye karar verdi. Teolojiden pagan ve çok tanrılı inançlar dünyasına dönen Batı, sömürgeci ve insanlar arasında ayrımcılık yapan doktrinleriyle yeryüzünü sömürgeleştirdi ve kendisi dışındaki tüm insanları ve insanlığı “insanımsı varlıklar” olarak tanımlayarak köleleştirdi. Batı, Orta Çağ’dan itibaren “kilise ile eşitlenen ilahi mesaj” mümessilliğini cennet satarak istismar ettiği için “düşünen ve akleden” insanlar nezdinde “Tanrı ile özdeş kabul edilerek öldürüldü.” İlahi olanın yerine aklı ikame eden ve insanı ilahi olandan soyutlayan yeni düşünce iklimi, “insancı ve çıkarcı insan” ekseninde bireyselleşerek ve kendisine olması gerekenden ziyade anlam yükleyerek “bencil bir birey ve ilaha” dönüştü.

İnsan dışında bir güç ve irade tanımayarak insanı yücelttiği ve değerli kıldığı vehmine sığınan insan, din ve dinî olandan soyutlanarak daha mutlu ve huzurlu olacağına inandırdı kendini. Buna rağmen insanın ne ile yaşayabileceğine ve insanın ne üzere yaşaması gerektiğine dair arayışları ortadan kaldıramadılar. “Evrenin ve insan hayatının özünde herhangi bir anlam taşımaması” gerektiğini savunan nihilist düşünüş; insanın hayatı için anlam taşıyacak değerler arayışını ortadan kaldıramadı.

Müslümanların son büyük devleti Osmanlı’nın zihinleri köleleştirilmiş “müstağrip” çocukları, Batı düşünce sisteminin insanı için ürettiği kimliği farklı bir iklimin, dünya görüşünün arazisinde yetişen nesle benimsetirken onların zihin ve düşünce dünyalarını çoraklaştırdı. Bugün dijital dünyanın daha anlamsız ve huzursuz algı ve malumatfuruş savloları, insanı ve insanın anlama dünyasını yok ediyor. Neyi, nerede yitirdiğimiz üzerine düşünmek vaktidir.