Emperyalist muktedirlerin 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyılın ilk yarısında kurdukları dünya, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde insanlığın utancı ve insanlıktan iz taşımayan bir yeniden işgal, zulüm, katliam ve soykırımın seyirlik düzeyde algılandığı gösteri alanı olmuştur.
Birinci dünya paylaşım savaşında işgal edilen ve sınırları masa başında belirlenen sömürülmeye uygun her coğrafyada bir asırdır huzursuzluk egemen. İnsanlar insanlığa hasret yaşıyor. Yapay devlet üretenler, yapaylığın ve uyumsuz kimliklerle devletleşmenin/devletleştirmenin bıçak sırtında ve hep korkuyla yaşamak olduğunu çok iyi biliyorlardı. Mezhepçi ve etnik kimlik esaslı kurulan devletlerin hiçbirinde egemen bir inanç ve kimlik çoğunluğunun olmamasına özen gösterildi. Suudi Arabistan’ın kuzey bölgesi Şia ağırlıklı olarak planlandı. Yemen veya İran’a dâhil edilerek daha makul bir strateji uygulanabilirdi; ancak huzursuzluğu bir tehdit olarak kullanmayı tercih ettiler. Yemen’de benzeri çatışmacı aidiyetlerin olmasına dikkat ettiler. 1970’li yıllardan beri bölgede yaşanan hatta 1979 Kâbe baskınıyla dünya gündemine gelen çatışmacı ortam on yıllardır Yemenlileri yokluğa ve yıkıma mahkûm etmiş; bölgede bozulan dengeleri düzeltme ve körfezde güvenliği temin etme iddiasıyla emperyalist devletler, deniz ve hava kuvvetleri ile bölgeyi âdeta işgal altında tutmaktadır.
Lübnan, farklı dinlere ve aynı dine mensup insanların mezhepçi taassupları özenle planlanarak devlet yapıldı. Kontrolü Fransa’ya bırakılan ülkede de dünyada olup bitenleri idrak etmeye başladığım 1970’li yılların başından itibaren etnik, dinî, mezhepçi ve ideolojik çatışmalar devam ediyor.
Suriye önceleri Mısır kontrolünde bir devletçik ve Türkiye’yi sürekli teyakkuzda tutacak şekilde yapılandırıldı. Mezhepçi bir kimliğe yaslanarak askerî darbe ile iktidar koltuğunu gasbeden istihbaratçı-askerî diktatörlüğünü kuran Esed ailesinin zulüm tarihini de yarım asırdan fazla görmezden geldik. Türkiye-Suriye sınırında parçalanmış ailelerin bayramlaşmalarına ve bu garabetin filmlere konu edilişine tanıklık ettik. Orada yaşayan Kürtlere vatandaşlık ve kimlik vermeyen diktatörlük; Türkiye’de terörü organize eden teröristleri finanse ederek barındırdı.
Ve İsrail. Bölgeyi emperyalist ağaları için kontrol edilebilir düzeyde tutmak üzere kurulduğu tarihten itibaren köy yakarak, kadın ve çocuk öldürerek, canının istediği tarafta sınırlarını genişleterek, yerleşimci olarak adlandırdığı korsanlarla yağmacılık yaparak, devlet imtiyazı ile sahip olduğu imkânları terörist bir anlayışla kullanarak bölgede yangın üstüne yangın çıkarmaya devam ediyor.
Ve soykırım.
İsrail insanların yaşadığı evleri ABD bombalarıyla yıkarak, kaçabilenleri kurşuna dizerek toplu mezarlarda kayıplar arasına bırakıyor. Hâlâ Gazze’de kadınlar ve çocuklar katledilmeye devam ediyor. BM ve gözlemci kurumlar soykırıma maruz kalan insanları sadece bir istatistik verisi olarak takip ediyor. Gıda ve ilaç girişine “güvenlik gerekçesi” ile izin vermeyen İsrail’e herhangi bir yaptırım uygulayamıyor. Çöl, gıdasızlıktan ölen çoğunluğu çocuk mazlum insanların sesini yutuyor. Çünkü insanlık işitme ve görme özürlü olarak yaşadığı vehimle insanlığa ihanet etmeye devam ediyor.
Suriye’de toplu mezarlar ve cezaevinde insan bedenini preslemek için kullanılan makineler! Bosna kasabından daha vahşi uygulamalarıyla insanlara ve insanlığa meseleyi tarif edecek kelime bırakmayan bir durum. Bir gün daha iktidarda kalmak için ülkesinin insanlarını iş makineleriyle metrelerce derine gömen bir anlayışın yorumlanabilir ve tahammül edilebilir bir tarafı kalmış mıdır? 12 Eylül darbecilerinin hapishane şartlarını bilen biri olarak Esed diktatörlüğünün işkenceleriyle bilinen Sednaya Hapishanesi’nden yapılan yayınlar, insanlığın kaybettiği vicdan ve merhamet duygularının ulaştığı noktayı göstermesi bakımından sarsıcıydı. Görenlerin gönül ve zihin dünyalarında, yüksek ölçekli bir deprem oluşturmadıysa bile bir sarsıntı oluşturduğunu ummak istiyorum. Ve umuyorum ki 100 bin insanın gömüldüğü iddia ve tahmin edilen toplu mezarlar bulunur; Bosna’da olduğu gibi DNA testleri yapılarak Esed de Gazze’nin siyonist başbakanı Netanyahu gibi yargılanır, Bosna kasabı General Ratko Mladiç gibi mahkûm edilir ve katledilen insanların hesabı sorulur. “Demek bitmedi Kerbela/Hama Kerbela’sı dehrin.”