Âvâzeyi bu âleme Dâvud gibi sal

Bâkî kalan gök kubbede bir hoş sadâ imiş

-Bâkî-

Her kelimenin kendi hikâyesi vardır bilmem bilir misin kâri? Hatta biraz daha abartarak diyebilirim ki her kelimenin kaderi vardır aslında. Kimi çok mesrur bir hayat sürer lisana düştüğü andan şimdiye dek, daha ilk günkü taravetiyle lisanda cevelan eder, kimi dünyaya gelme gafletini bir kez göstermişliğine yanar.  Kimi unutulanların, terk edilenlerin, mağlupların olduğu bir diyarda isimsiz gezer durur – ki isimsiz kalmak bir kelime için ölmek demektir- kimi ise henüz doğmadan ölmüş bir cenin-i sakıt olarak kalır daha ismi bile konmadan. Onların da ismi konulmuş ya da konulmamış olsun yaşadıkları bir memleketleri olduğuna inanmak bana daha ilgi çekici geliyor. Kelimeler olmasa insan dahi mevcut değil. Değil mi ki ismi olan her şeye mevcut diyor âlimler. İsimler kelimelerden mürekkeb, kelimeler ise insanlar konuştukça var oluyor. İnsan var olmak için bir isme, bir kelimeye muhtaç, kelime var olmak için bir lisana, bir dudağa bir dile yani ki insana muhtaç.  

Hz. Âdem’e kelimeler öğretildiği vakit ne dedi, ne söyledi çok merak etmişimdir hep. Öyle merakımı celbeder ki kelimelerin hikâyeleri, aslında menakıb-ı kelimat diye kitaplar bile yazılmalıydı derim bazı vakitler kendi kendime. Onların senelerce hatta asırlarca neler çektiklerini bilmek ne bileyim bana onlarla beraber yaşıyormuş duygusu veriyor. Bilmem sen de hiç öyle düşündün mü kâri ama kelimeler insanlara benziyor gibi geliyor bana. Zaman onları ya çok değiştiriyor ya da tamamen unutuluyor bazıları.

Bundan bir asır evvelinde ve belki de daha yakın bir tarihte satıra düşmüş bir kitabı okuyamıyoruz, anlayamıyoruz, mana veremiyoruz. Ne tuhaf! Anlamamanın yanında bir de düşman kesiliyoruz kelimelere. Sırf eskiye düşman olmuşlar diye dilimize de düşman olmuşlar. Sonra o beğenmedikleri kelimeler yerine devşirme onlarca kelime bulup uydurmuşlar. Olacak şey mi ki? Sonra birileri çıkıp “eskidir” diye ne bileyim “zeytin” yerine bir başka acayip kelime, diğer bir kelime yerine bir başka ucube getiriyorlar. Allaha aşkına elimizin tersiyle ittiğimiz şey altınla mukayese edilmeyecek bir hazine. O bizim kültürümüz, mazimiz… “Kütüphaneler tuğla yığınına dönmüş atıl binalar oldu.” Ne acı ki anlayamıyoruz lisanımızı. Türkçeden Türkçe’ye tercümeler yapıyor, sonra onları dahi anlayamayıp tekraren Tercüme ediyoruz.

Esasında inandığım her kelimenin o dilin namusu olduğudur. Hatta atalarından kalan en kıymetli terekenin o olduğuna inanmak geliyor içimden. Ve hâsılı buna inanıyorum da. Ceddimizden kalan o kadar çok fazla şeyi elimizin tersiyle ittik ki yapacak hiçbir şey kalmadı şimdi de onların dua ile dolu dillerini unutturuyor ve tarihi, geçmişi ve ceddimizi susturuyoruz. Farkında değiliz belki ama vaktiyle sırf ecdadı unutalım, onlardan kalan izleri hatırlayamayalım diye başlayan bir kıyıma biz de de alet oluyoruz halen dahi.

“Kamus namustur” diyor eskiler. “Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır” diye söylüyorlar. Biz nasıl vazgeçiyor ya da geçebiliyoruz ki ondan? Geçemeyiz. Ecdadı yeniden ve gerçekten anlamak istiyorsak bence ve önce onların ne dediklerini anlamak ve namusumuzu korumak zorundayız.

İnteha…