Bir ekrana, bir dışarıya bakıyorum. İnsanların sözlerine kulak veriyorum. Zaman zaman yazdıklarına bakıyorum. Deprem dediklerinde, savaş dediklerinde, tecavüz dediklerinde insanların yüzleri korkutuyor beni. Yalan değil! Kimi insanlar başkalarına karşı deprem kadar, savaş kadar, tecavüz kadar öldürücü, kahredici olabiliyorlar. Bir ekran var, bir deprem var, bir ölüm var; bir selam yok, bir hayırlı hal yok, yok oluyor bir şeyler... O zaman geldiğinde insan olmak kemik gibi batıyor. Kinle, öfkeyle, saldırganlıkla ve alayla yaşayan insanların mutlu olduklarını gördükçe şaşırıyorum; tüm kelimelerimi boğum boğum boğuyorum boğazımda. Gözler, diyorum; Gözler, ne çok dışarıya bakıyor, ne çok dışarıya saldırıyor. Gözler, sözleri kurşun gibi sürüyor dillere, klavyelere, satırlara... Gözler, hiç mi içe doğru eğilmezler? “İçimde ölen biri var!” demez mi hiç o kindar gözler? “Ya hu, kötüyü göre göre ne kadar da kötüleşebiliyor insan” deyip, ekranı kapatıyorum, sesleri kısıyorum, kitap dahi açmıyorum. Kalbe dönmekten başka çıkar yolumuz yok, dese birileri, ne iyi olurdu değil mi?..
…
Önünde bir tabak var. Tabakta salatalık ve elmalar… Kim bilir kaç yıllık kemik saplı bıçağıyla yavaş yavaş kabuklarını soyuyor salatalık ve elmaların. Hiç acelesi yok. Seksen dört yaşında. Acele etmeyecek kadar çok şey görmüş hayatta. Bir elini elimin üzerine koyuyor. Ben kalkana kadar o el orada kalacak. Anlatamadığı ne varsa o elden benim bünyeme geçiyor. Dayısı Stalin zamanında Türkiye’ye kaçıyor. Bunun üzerine Sovyet askerleri gelip, ya onu getirirsiniz ya da sizi tutuklarız, diyorlar. Gençlerden beşini kelepçeleyip götürüyorlar. O beş delikanlıdan biri şu an yanımda oturuyor ve elleriyle soyduğu elmayı bana ikram ediyor. Üç yıl sonra döndüklerinde öğreniyorlar Kazakistan’a gönderildiklerini. Sürgün… Gürcistan’ın Acara bölgesinden çok delikanlı gitmiş sürgüne zalim Stalin zamanında. Stalin, Gürcü, Sovyet, ateist olmasına rağmen, Gürcüler arasında ayrım yapmış: Müslüman Gürcüler onun gözünde Kırım Tatarlarından farksız. Murat’ın büyük dedesi anlattıkça ağlıyor. Dayanamıyoruz. Daha fazla hatırlayıp acı çekmesine gönlümüz razı olmuyor. Çaresiz bir çocuk gibi bakıyor yüzüme… İnsan, yaşlandıkça daha bir çocuk oluyor, daha bir çaresiz. Hele ki sonsuz bir hatırlamaya dönmüşse mazi. Gorcomi’ye gözyaşlarımı bırakıyorum. Bir gün tekrar döneceğim; tıpkı Kazakistan’a sürgün edilenler gibi, tıpkı kışlağa gidenler gibi, Tiflis’e okumaya giden gençler gibi… Büyükbabanın verdiği elmalar boğazıma dizilmişken, nasıl olur da tekrar oraya dönmem?!
…
Kabil Havalimanı, Kabil’de büyük patlama, Kabil Habil’in kardeşi olan kişi değil; deve yünlerinin rüzgarda uçuşmasından doğmuş bir isim… Adeta insanlık uçuşuyor. Sanki rüzgar tüm insanlığımızı önüne katmış Kabil semalarında savuruyor. Doktor Hamid’i arıyorum. Sesi yorgun. Çocuklarının yanına gelmiş, Taliban Kabil’i aldıktan iki gün sonra. Havalimanını anlatmıyor. İçler acısı, diyor sadece. Nasıl gelebildin, diyorum. Sivil toplum kuruluşundan dostları yardım etmiş. Devletin tüm imkânları vatandaşlarının ve devletimize hizmet etmiş insanların yanındadır. Böyle öğrendik. Böyle bildik. Hatta, havalimanının güvenliği ve işletilmesi için tüm dünyadan önce elini taşın altına koyan bir devletten bahsediyorum. Türk devleti diğer devletlere benzemez. Bir insan gibidir. Avantajı da, dezavantajı da buradan geliyor. İnsani yardımlarda insan gibi; politik mevzularda ise devlet gibi olmak her zaman evla olandır. Bu sebeple Doktor Hamid’lerin, Türk devletine hizmet etmiş insanların, Türk devletine muhabbet duyanların, özellikle cins kafaların bugünlerde dinlenmesi gerektiği kanaatindeyim. Yoksa, Orta Asya’ya giden yollar daralacağı gibi, bize muhabbet duyan Afgan insanına açılan pencereler de kapanacak, hatta o pencerelerde İran, Çin, Pakistan, Rusya bayrakları bir perde gibi önümüze gerilecektir. Umarım devletimiz, insanların yün gibi savrulduğu topraklarda bizimle yürümüş, yüreği yüreğimize kardeş insanları unutmaz.
…
Yaz bitti. Birden bire olmadı bu bitiş. Ağır ağır, hayat gibi, hayret verici bir dolulukta, şaşırtıcı bir zenginlikle, üzücü bir yarım kalmışlıkla. Tıpkı hayat gibi. İki ayın içerisine yangınlar, seller, savaşlar, başka ülkeler, cenazeler, düğünler, sıla-yı rahimler, çocuklarla gezmeler, yarım kalmış kitaplar, geçici öfkeler, kalıcı acılar, hatırladıkça erinç duyacağımız selamlar sığdırdık. Yaz bitti. Başlayan her şey gibi bitti. Bir komplo teorisi gibiydi; ihtimaller vardı ve ihtimaller gerçekleştikçe şaşırmamayı öğrendik. Büyük şehrin insan tabiatına ne kadar aykırı olduğunu yaz gelince bir daha idrak ettik. Ve unutmak için yine büyük şehir kapılarına dayandık. Hayat gibi; unutarak yaşayabiliyoruz. Bu nedenle yaşamak bir vehim gibi oluyor. Acaba, diyoruz. Gerçekten o düğüne gittik mi? O gün ülke için kara bir gün müydü? Kabil yanarken, yetimler artıp, açlık her kapıya işaret koyarken; kendi dünyalarına bakıp kadın hakları ve Amerikan demokrasisinin bitişine üzülenler… Sahi, üzülenler Ferhunde’yi öldürdükleri gün de üzülmüşler miydi? Ya da demokrasi götüren askerlerin Bağdat’ta, Kabil’de kadınlara yaptıklarını hiç biliyorlar mıydı? Tarafsız izleme komitelerin yayınladığı raporlarda Barış Gücü adı altında gelen askerlerin ne kadar cana kıydığı, ne kadar kadına tecavüz ettiği hakkında bir araştırma istekleri var mıydı? Medyatik tutumlar cenaze evine gelenlerin sesi gibidir: giderler, unuturlar ve cenaze sahibi acısıyla baş başa kalır. Böyle durumlarda; bırakın da yasımızı tutalım bari, diyorum.
…
Orada olsak mutlu olacağımızı zannettiğimiz ne çok yer var, değil mi? Burada değil de orada olsak, sanki dünya daha güzel bir yer olacak. Oysa orayı buraya taşıyabiliriz. Çünkü her nerede değilsek, orada olduğumuzda var olacağımızı zannetmek büyük bir yalan! Ve insanlar yalana gerçekten daha kolay inanırlar. Yalan bedelsizdir; gerçek ise bedel ister. Burada olduğunun kadrini bilemeyen, oranın da kıymetini bilmez. Ve insan kendisini bir yerde değil, gönlünde, kalbinde doğurur. Ora diye bir yer yok! Cenneti de cehennemi de bağrında taşıyan bir burası var. Burası kendini aldatmak ve unutmak isteyenler için dünya; kendinden kaçamayanlar içinse gönlümüz!
Gönlünüze bakın; Kazakistan’a sürgün edilen, Kabil’de uçaktan düşen, sürekli haklı olduğunu zannedip öfkeli olan, yaz günleri gibi uzun ve aldatıcı ne çok şey var! Sanırım, bize kala kala insan kalmaktan başka bir yol kalmıyor!
(Mutfaktan poğaça kokusu geliyor… Mis gibi, hayat kokuyor. Oysa, zihnim bir fotoğrafta duruyor. Rahmetli Akif Emre’nin vefatından önce masasında kalan bir ucundan ısırdığı poğaça. Dünya işte, ucundan ısırılmış bir poğaçadan farksız. İnsan, insan eti ısırıyor ya ona yanarım.)