Rüzgarlar, bulutlar götürün beni
Halim yok gözlerimi dilemiyorum
Yağan yağmur mudur bir büyük nurdan
Yoksa yüreğim mi bilemiyorum
Böyle söylemiş Yavuz Bülent Bakiler. Hem de ne güzel söylemiş. Neden bilmiyorum, İstanbul’da yağmurlu bir sabah ve demli bir bardak çayımı yudumlayıp yazacaklarımı zihnimde dolaştırırken cama vuran damlalar aklıma bu şiiri getiriyor. Ve her seferinde böyle oluyor; aklımı alıp götürüyor yağmur da yerine yüreğimi koyuyor yazmaktan çok ağlamamı istiyor sanki. Yazmak ve ağlamak bence birbirine en yakın iki fiilidir zaten. Lakin insanlar ağlayana acıyor yazana hayran. Ne tuhaf. Bence ağlayabilene hayran olmak gerek.
Bunca hüzne şaşıyorum bir yudum daha alabilirken çayımdan. Gözlerimi alamıyorum gökten bir resim gibi düşen damlalardan. Resme bir başka Resmi yapana bambaşka hayran oluyorum ve neden her vakit yağmurun hüzne aktığını bilmiyorum. Sonra “insan çokça hüzündür” diye bir cümle düşüyor dilimden. Yazmaya tereddüt ediyorum. Ama evet, öyledir; insan çokça hüzündür. Yağmur yağar hüzünlenir, türkü dinler hüzünlenir, şiir okur hüzünlenir, nedensiz de hüzünlenir. Evet, evet insan çok hüzün olmalıdır.
Sonra bir başka cümle daha zihnimde, “İnsan çokça derttir” diyesim var. Lakin dert var, dert var. “Dert kutsaldır” diye cümle dolaşıyor zihnimde. Kimden duyduğumu ya da nerede okuduğumu hatırlamıyorum. Belki de ben söylemişimdir diye düşünüyor, seviniyorum. Sonra birden düzeltme gereği duyuyorum; “kutsal değil, mukaddes demeliyim” diyorum. “Dert mukaddestir” diyorum tekraren. Ama hangi derttir mukaddes olan? Her derde mukaddes demeli miyiz yani? Bence neyi dert ettiğin ya da neye dertlendiğinle tartılıyor insan. Aslında daha önce dediğimi tekrar etmeye çalışıyorum; insan derdi kadardır. Öyle midir gerçekten? Öyle olmalıdır diyebiliyorum.
“İnsan çokça kusurdur” diyor sonra bir başka ses içimden. Bu cümle daha yakın geliyor hepsinden. Yağmur hızlanıyor, çay soğumuş. “İnsan kusurludur” değil, insan kusurdur. Nasıl yani? Kusur bizatihi kendisidir insanın. Noksandır, eksiktir lakin tam zanneder kendini. Kıskançtır, yalancıdır doğru zanneder kendini, herkeste kusur arayan kendine yakıştırmayan… Kusurdur insan, ancak kusurlarını kendi tamir eder bence. Tabi ve elbette kendi kusurunu görebilecek kadar açılırsa gözleri.
Ve yağmur yağıyor.
…
Aslında ben başka şeylerden bahsedecektim. İnsan nasıl bu denli öfkeye esir oluyor diye soracaktım mesela? Ya da nefreti öfkesini nasıl da zincirlerden boşaltıyor? Hem ne için mesela sırf yolda yürüyen bir kadına kendi hastalıklı ruh hali ve hasedinin ateşiyle saldırıyor? “Neden?” diye soracaktım mesela, neden bunca kör bir nefret? Ya da hiç kantara koymadan içimden geçtiği gibi sayacaktım dilime gelenleri. Okkalı bir yumruğu ağzının tam orta yerine vurmak için o herifin kıvrandığımı, dilimin ucuna kadar en galiz küfürlerin geldiğini ve hatta bunların küfür değil bu haysiyetsiz adam için hakikat olduğunu söyleyecektim. Sonra “ikiyüzlülüğünüz batsın” diyecektim. İkiyüzlülüğünüz batsın. Kadın haklarını savunan, sokak sokak dolaşanlar madem samimisiniz, madem gerçek ve gerçeksiniz neden bunu görmüyorsunuz, neden bunun için de konuşmuyorsunuz? Başında örtüsü var diye mi? İkiyüzlü ve yalancısınız… Böyle diyecektim eğer bu kadar güzel yağmasaydı yağmur, masada bir bardam demli çay durmasaydı ve bu şiir gelmeseydi hatırıma.
Neyse şimdilik söylemiyorum bütün bunları. Belki başka zaman…