Bizi tanımlayacak en önemli özelliklerin başında büyük felaketler karşısında gösterdiğimiz sabır ve dayanışma ruhu gelir. Bunun, güzel hasletin “kendimizden menkul” bir durumu olduğunu sanmayın. Bu hasleti, binlerce yıllık devlet geleneğine ve manevî değerlere dayalı kültürümüze borçluyuz. Milletimize “yüce gönüllü” olmak yaraşır. İnşallah bu güzel hasletlerimizi kaybetmeden yaşamayı sürdürürüz.
Gönül toplumu, az sayıda insanın bir arada yaşadığı ortamlarda neşet eder. En üst seviye erdemin orada bulunduğunu bize anlatır. Küçük toplulukların olduğu yerlerde değerler, kurallardan daha belirleyicidir. Toplumun ve değerlerin koruyuculuğu ise bir arada ve huzurlu yaşamanın teminatı olur.
Binlerce yıl tarım toplumu olarak yaşadığımız köy ve kasabalarda müessese haline gelmiş değerlerimizin gölgesinde hayatımızı sürdürdük. 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra yavaş yavaş başkalarının değerlerini kıymetli görmeye başladık. İlimden, sanattan, zanaattan uzaklaştık; kadim meziyetlerimizi körleştirdik. Taklit etmeye, kendimizden utanmaya, değerlerimizi hor görmeye başladık. Ve sonunda 20. yüzyılın başında büyük bir acı yaşadık; koca cihan devletini kaybettik. Milyonlarca kilometre toprak, milyonlarca insan heba oldu. Hâlâ doğru dürüst muhasebesini yapamadık, yaşanan büyük acıların yasını tutamadık…
Son yüzyılda yeni bir döneme girdik. Dünyaya egemen olanların sanatını, zanaatını ve değerlerini yaşamak için büyük çaba gösterdik. Kurtuluşun, güçlü olduğunu zannettiklerimizin kurum ve kuruluşlarıyla topyekûn taklit edilmesinden geçtiğini düşündük. Ama bu topyekûn sorgusuz sualsiz taklit, milletimize çok ağır geldi. O binlerce yıllık devlet geleneğini yok farz eden düşüncenin ürettiği baskı nedeniyle “hor görülme ve ezilmeyi” sineye çektik, fazla ses çıkarmadık. Bizi yönetenlerin bir bildikleri vardır, diyerek hayra yorduk.
Son 200 yılın muhasebesini aklıselimle, ön yargılardan uzak durarak değerlendirmeliyiz. Bunun 100 yılı Osmanlı Devleti’ne son 100 yılı ise Türkiye Cumhuriyeti’ne tekabül ediyor. Yaklaşık iki ay sonra Cumhuriyetimiz 100 yaşına basacak. Şöyle bir geriye dönüp nerede doğru, nerede yanlış yaptığımızın bir değerlendirmesini ortaya koyabilirsek “ikinci yüzyıla” daha emin adımlarla gireriz.
100 yılın son çeyreğinde köy ve tarım toplumu olmaktan çıktık, şehir toplumu olduk. Artık nüfusumuzun yüzde 95’i ilçe ve şehirlerde yaşıyor. Köyler boşaldı, tarım arazileri ekilmiyor. Bu durum sadece bize mahsus bir konu değil, dünyanın nüfusunun yüzde 50’sinden fazlası şehirlerde yaşıyor. Şehirlerde yaşamak ise gönüllü ve değerlere dayalı dünyanın kaybolmasının da başlıca sebeplerinden biridir. Tabir caizse şehirde “kim kime, dum duma” bir keşmekeş yaşanıyor. Sizi gözetleyecek değerlerle kuşanmış bir toplum artık yok. Aile, komşu ve mahallenin kontrolü kaybolmuş; büyük apartmanlarda herkes, “kendi dünyasıyla baş başa” büyük bir yalnızlık içinde resmen bunalım geçiriyor.
Gönül insanı olmanın kıymet ifade etmediği yerde, devreye kuralların girmesi gerekir. Artık “şehir” toplumu olduğumuza göre kendi kurallarımızla değil, yasaların ve devletin kurallarıyla yaşamak zorundayız. Yani kedini, köpeğini sokağa salıp insanları canından bezdiremezsin. Çekirdek, leblebi gibi silah alıp kafan estiğinde sağa sola sıkamazsın; masumların canını hiçe sayarak kabadayılık yapamazsın. Trafikte eşkıya kesilip sonrasında da devletin polisine kafa tutamazsın. “Nasıl olsa yabancı! 100 lira yerine 100 dolar alırım fark etmez.” diyerek müşteriyi kazıklayamazsın. Bütün bu yapılan yanlışların, “medeniyet ve insaniyet duvarlarımızı yıkan, bizi yıkıma götüren hukuksuzluğun ve ahlaksızlığın dik âlâsı” olduğunu unutmayalım. Artık toplumu gönüllü kurallarla ayakta tutamayız; kuralları herkes için adaletle uygulamaktan başka çare yok!