İnsan madde ve mana cephesiyle bir bütündür. Manevi tarafı ağır basmalı ama maddi tarafı da ihmal edilmemelidir. İmanın amele dönüştüğü zemin, insan bedenidir. Mananın taşıyıcısı, maddedir. Onu maneviyatla terbiye edebilirsiniz ama yok etmeye, güçsüz düşürmeye hakkınız yoktur. Çünkü beden size verilmiş bir emanettir, sahibine teslim edinceye kadar ona iyi bakmakla mükellefsiniz.
Hangi tarafa yüklenirseniz oradan yanlışa düşersiniz. İfrat ve tefrite sapmadan maneviyat istikametinde kendini, aileni, toplumu, insanlığı da ihmal etmeden en doğrusunu ve iyisini yapma gayretinde olmak keyfe kederdir. O nedenle İslamiyet, orta yol dinidir. Mutedil bir dengede yaşamayı tavsiye eder.
İnsan bu dengeyi aklıyla tutturamaz, tarih boyunca tutturamamıştır. O nedenle Yaratıcı, peygamber ve kitaplar göndererek insanlığa doğru yolu göstermiştir.
Peki, “Türk milleti bu dengeyi tutturabiliyor mu?” diye soracak olursak yüzyıllar boyunca kendi değerleriyle yaşadıkları dönemler için “evet” ama kendi değerlerini kaybedip başkalarını taklit etmeye başlayınca “hayır” tespitini yapmamız gerekir. Türkler İslam’la müşerref olduktan sonra daha çok maneviyatı öne alarak yaklaşık 1000 yıl dünyaya nizam verdiler.
Son 100 yıldır mana yerine madde ağır bastı. Hatta “geri kalmışlığımızın” faturasını, manevi ve millî değerlerimize çıkararak onlardan hızla uzaklaştık, uzaklaştırıldık. Fakat ilk 80 yılda maddi olarak da özendiğimiz, öykündüğümüz Batı toplumlarını yakalayamadık. Bu dönemde kendi değerlerini terk etmiş, Batılı değerleri körü körüne taklit eden bir sınıf oluştu. Bu azınlık, kendini ülkenin sahibi gibi gören sınıf iktidarını kaçırmamak için her hileli yola başvurdu.
Son 25 yılda toplumun baskı altındaki değerlerinin önü açılınca seküler azınlık, daha azgınlaşmaya başladı. Uzun yıllar millî ve manevi değerlerden uzak yaşayan toplum, birçok “hurafeyi” baş tacı etmişti. Doğru bilgi, doğru kanallardan ulaşmayınca hurafeciler kendilerine zemin buldular. Dindar ama din cahili insanlar, bu bezirgânların eline düştü.
2000’den önce hem Batıcılar hem toplumun ekseriyeti, yoksullukta eşitti. Zenginle yoksul arasında yaşama biçimi olarak büyük farklılıklar yoktu. Ekonomik olarak başarılar elde edilince maddi olarak güçlü bir sınıf ortaya çıktı. Toplumun her kesiminden oluşan zenginler bir “burjuva” sınıfı oluşturdu. Maalesef ölçü madde olmaya başlayınca bizi dengede tutan manevi ve millî değerler ötelenmeye, göz ardı edilmeye başlandı. Bu durum, azgın sekülerlerin iştahını kabarttı. Maddeyi, manaya tercih eden “muhafazakârların” değerlerine daha fazla saldırmaya başladılar. İlginç olan ise her türlü değere saldırmalarıydı. Dindarlar, bir taraftan yılların getirdiği “ötekileşme” sendromundan kurtulmaya çalışırken diğer taraftan da manevi açıklarını kapatmak ve maddi olarak güçlenmek zorundaydılar. Ancak her iki taraf için de bu kolay hazmedilecek bir durum değildi.
Köyden şehre gelmiş, her türlü yokluk ve yoksulluğu görmüş, canını dişine takarak zenginleşmiş babalar, çocuklarının üzerine titrediler. “Biz çok çektik, onlar çekmesin.” diyerek çocuklarını el bebek, gül bebek yetiştirdiler. Babalarının, annelerinin çektiği sıkıntıyı çekmemiş yeni nesiller için ise yaşanan sıkıntılar, geçmişlerin hikâyelerinden ibaret kaldı. O nedenle kuşaklar arası çatışma şimdi kaçınılmaz oldu. Ancak bütün kesimlerin aklını başına alıp millî ve manevi değerlerle savaşmayı bir kenara bırakması herkesin menfaatine olur. Çünkü onlara sahip çıkıldığında bir toplumun daha güçlü ve daha huzurlu olacağını tarih bize göstermeye devam ediyor.